23/08/2025 | Yazar: Orhun Yalçın
LGBTİ+’lar ve sokakta yaşayan hayvanlara yönelik dışlama süreçleri yalnızca birer hak ihlali meselesi değil, kapitalist üretim ilişkilerinin sürdürülmesi için gerekli olan denetim mekanizmalarının bir parçasıdır.

Son aylarda Türkiye’de LGBTİ+’lara ve sokakta yaşayan hayvanlara yönelik yasalar ve tasarıları, toplumsal kutuplaşmayı derinleştiren önemli meselelerden biri hâline gelmiştir. İlk bakışta iki farklı konu gibi görünen bu meseleler, aslında devletin kontrol mekanizmalarının, kapitalist düzenin hegemonik yapısının ve kolonyal zihniyetin iki farklı yüzüdür. Bu yasaların oluşturulma sürecine daha yakından baktığımızda, LGBTİ+’ların ve sokakta yaşayan hayvanların benzer baskı, dışlama ve denetim süreçlerinden geçtiğini fark ederiz.
Antonio Gramsci’nin hegemonya kavramı, devletlerin yalnızca ideolojik aygıtlar aracılığıyla değil, zor ve şiddet kullanarak da toplumu nasıl şekillendirdiğini açıklar.[1] Harry Harootunian’ın zamansal eşitsizlik kavramı, modern devletin belirli grupları tarihin dışına atarak meşruiyet sağladığını anlatır.[2] Silvia Federici’nin feminist Marksist analizi[3] ise kapitalizmin yalnızca insan emeğini değil, doğayı ve sosyal yeniden üretim süreçlerini de nasıl kontrol ettiğini inceler.
Tüm bu teorik yaklaşımlar, LGBTİ+’lar ve sokakta yaşayan hayvanlar üzerinden yürütülen politikaların sadece kültürel veya etik birer mesele olmadığını, aksine kapitalist düzenin sürekliliğini sağlamak için işleyen daha geniş çaplı ekonomik ve politik stratejilerin bir parçası olduğunu göstermektedir.
LGBTİ+’lar ve Sokakta Yaşayan Hayvanlar: Denetim ve dışlama mekanizmaları
İlk bakışta LGBTİ+’lar ile sokakta yaşayan hayvanlar arasında doğrudan bir bağ kurmak zor görünebilir. Ancak devletin her iki gruba yönelik baskıcı politikaları, onları istenmeyen ve kontrol edilmesi gereken unsurlar olarak tanımlayarak benzer dışlama süreçlerine tabi tutar. Bu dışlama, yalnızca bireysel önyargıların ya da geleneksel ahlaki normların bir sonucu değil, aynı zamanda kapitalist devletin disiplin ve denetim mekanizmalarının bir yansımasıdır. Kapitalist modernleşme sürecinde LGBTİ+’lar ve sokakta yaşayan hayvanlar, farklı nedenlerle sistemin dışında konumlandırılarak marjinalleştirilir.
LGBTİ+’lar, heteronormatif düzenin dışında kaldıkları için ahlaki bir tehdit olarak görülür ve toplumsal yapının dışına itilir. Benzer şekilde, sokakta yaşayan hayvanlar da modern şehircilik anlayışı çerçevesinde uygunsuz ve verimsiz unsurlar olarak değerlendirilerek kentsel mekândan uzaklaştırılmaya çalışılır. Her iki grubun da bir sorun olarak çerçevelenmesi, devletin onları nasıl birer ‘yönetilmesi gereken kriz unsuru’ olarak gördüğünü gösterir. Bu bağlamda, Gramsci’nin hegemonya teorisi, devletin bu iki grup üzerinde kurduğu baskıyı anlamamıza yardımcı olur.[4]
Kapitalist devlet, düzeni koruyabilmek adına belirli toplumsal normlar inşa eder ve bu normların dışına çıkan unsurları sistematik olarak dışlar.[5] LGBTİ+’lar ve sokakta yaşayan hayvanlar, anormal kategorisine yerleştirilerek yalnızca ahlaki bir mesele olarak değil, aynı zamanda ekonomik ve mekânsal çıkarlar doğrultusunda da hedef alınır.
LGBTİ+’ların heteronormatif üreme düzenine dahil olmaması, kapitalist sistem açısından bir ‘sapma’ olarak değerlendirilir.[6] Federici’ye göre kapitalist ekonomi, kadınların ücretsiz bakım emeğine dayalı olarak işgücü üretimini sürdürebilir.[7] Bu çerçevede heteronormatif aile, ekonomik düzenin devamlılığı için kritik bir rol oynar. Bu modele uymayan LGBTİ+’lar ise yalnızca ahlaki değil, ekonomik bir tehdit olarak görülerek sistematik denetime tabi tutulur.
Benzer bir biçimde, sokakta yaşayan hayvanları da kapitalist kentsel dönüşüm süreçlerinde bir engel olarak algılanır. Modern şehirleşme, sermaye birikimi ve rant ekonomisi üzerine kurulu olduğundan, sokakta yaşayan hayvanların kamusal alandaki varlığı istenmeyen bir durum olarak çerçevelenir. Devlet, onları şehir düzenine uyumsuz varlıklar olarak tanımlayarak ya öldürmeyi ya da hapsetmeyi amaçlayan politikalar geliştirir. LGBTİ+’ların marjinalleştirilmesiyle benzerlik taşıyan bu süreç, denetim ve dışlama mekanizmalarının kapitalist düzenin işleyişinde temel bir rol oynadığını gösterir.
Gramsci’nin hegemonya kavramı, egemen sınıfların yalnızca ideolojik aygıtlar aracılığıyla değil baskı ve şiddet yoluyla da toplumu kontrol ettiğini ortaya koyar.[8] Devlet, LGBTİ+’ların ve sokakta yaşayan hayvanların dışlanmasını yalnızca yasalar ve cezai yaptırımlarla sağlamaz; aynı zamanda medya, eğitim ve dini kurumlar aracılığıyla bu dışlamayı topluma içselleştirir.
Örneğin, LGBTİ+’lara yönelik nefret söylemi medya aracılığıyla sürekli yeniden üretilir. Haber bültenleri ve televizyon programları, onları ahlaki yozlaşmanın bir parçası olarak gösterirken, toplumun geniş kesimlerinin bu ayrımcı politikaları desteklemesi sağlanır. Benzer şekilde, sokakta yaşayan hayvanlar da medyada sıkça tehlikeli olarak lanse edilerek, halkın onların temizlenmiş şehirlerden uzak tutulmasını talep etmesi teşvik edilir.
Bu süreç, Gramsci’nin hegemonik rıza üretimi anlayışıyla doğrudan bağlantılıdır. Devletin bu grupları kriminalize etme çabası, yalnızca hukuki düzenlemelerle sınırlı kalmaz; aynı zamanda ideolojik aygıtlar yoluyla toplumun geniş kesimlerini bu dışlamayı desteklemeye yönlendirir.[9]
Bu noktada, Harootunian’ın zamansal eşitsizlik kavramı da dikkate değerdir. Zamansal eşitsizlik, modern ulus-devletin meşruiyetini sağlamak için belirli grupları tarih dışına itme sürecini açıklar.[10] Türkiye’de LGBTİ+’lara ve sokakta yaşayan hayvanlara yönelik yasalar, bu grupların modernleşme anlatısına uymadığı gerekçesiyle dışlanmasının bir parçasıdır. LGBTİ+’lar, heteronormatif toplumsal yapıya tehdit oluşturdukları için geçmişin sapkın kalıntıları olarak sunulurken, sokakta yaşayan hayvanlar da modern kentleşmenin istenmeyen artık unsurları olarak tanımlanır. Devlet, bu iki grubu ortadan kaldırarak kendi ilerleme anlatısını pekiştirir ve kapitalist modernleşmeyi sürdürülebilir kılar.
Kapitalizm, aile ve beden üzerindeki denetim
Kapitalist sistem, yalnızca üretim sürecini değil, aynı zamanda yeniden üretim süreçlerini de denetim altına almayı hedefler. Yeniden üretim, yalnızca işgücünün doğumu ile sınırlı değildir; aynı zamanda bakım, eğitim, beslenme ve toplumsal ideolojilerin yeniden üretilmesini de içerir. Bu süreçlerin denetimi, kapitalist düzenin sürdürülebilirliği açısından kritik bir öneme sahiptir. Bu bağlamda heteronormatif aile yapısı, kapitalist sistemin sürekliliğini sağlayan temel kurumlardan biri olarak öne çıkar.
Federici’ye göre kapitalist devlet, yalnızca üretim süreçlerini değil, aynı zamanda yeniden üretim süreçlerini de kontrol altında tutar. Kadınların ücretsiz bakım emeği üzerine kurulu heteronormatif aile düzeni, kapitalizmin devamlılığı açısından merkezi bir rol oynar. LGBTİ+’ların bu düzenin dışında kalması, yalnızca ahlaki bir sapma değil, aynı zamanda ekonomik bir tehdittir. Benzer şekilde, sokakta yaşayan hayvanlar da kapitalist kentleşme süreçlerinde fazlalık olarak görülerek ya öldürülmekte ya da hapsedilmektedir.
Kapitalist üretim sistemi, yalnızca fabrikalar ve piyasalarla sınırlı değildir; aynı zamanda işgücünün yenilenmesine ve bakımına dayanır.[11] Geleneksel heteronormatif aile modeli, bu işleyişin temel taşlarından biridir. Kadın emeğinin görünmez ve ücretsiz bir biçimde aile içinde gerçekleşmesi, kapitalizmin maliyetlerini minimize eder.[12] Bu nedenle, sistem heteronormatif aile yapısını kutsallaştırarak, bu yapının dışına çıkan bireyleri marjinalleştirir.
LGBTİ+’lar yalnızca ahlaki bir tehdit olarak değil, kapitalist üretim ilişkileri açısından da bir risk unsuru olarak görülür. Çünkü heteronormatif aile yapısına uymamaları, kadın emeğinin sömürüsüyle şekillenen üretim sisteminin temelini sarsma potansiyeli taşır. Örneğin, eşcinsel bireylerin evlat edinme hakkı, yalnızca bir insan hakları meselesi değil; aynı zamanda toplumsal cinsiyet rollerini ve üretim ilişkilerini sorgulayan daha geniş bir tartışmanın parçasıdır.
Dolayısıyla, LGBTİ+’ların sistematik olarak baskılanması yalnızca kültürel muhafazakârlığın değil, aynı zamanda kapitalist sistemin ideolojik ve ekonomik işleyişinin bir sonucudur. LGBTİ+ hareketleri, yalnızca bireysel özgürlükler açısından değil, kapitalizmin dayandığı toplumsal ilişkileri dönüştürme potansiyeli açısından da önem taşır.
Kentleşme, toplumsal mekân ve LGBTİ+’lar ile sokakta yaşayan hayvanların dışlanması
Kapitalist kentleşme süreçleri, yalnızca ekonomik ve mekânsal dönüşümleri değil, aynı zamanda kimin kamusal alanda var olabileceğini de belirleyen denetim mekanizmalarını içerir. Bu sistem, yalnızca insan topluluklarını değil, doğayı ve insan dışındaki canlıları da kendi mantığı doğrultusunda yeniden şekillendirir. sokakta yaşayan hayvanların, kentleşme projelerinin içinde fazlalık olarak görülerek sistematik biçimde dışlanır.
Kapitalist kentleşme, rant ve kâr odaklı mekânsal dönüşüm süreçleriyle yalnızca fiziksel yapıyı değil, aynı zamanda toplumsal hiyerarşileri de yeniden üretir. Bu dönüşüm, sistemin sosyal ve ekonomik olarak ‘alt’ gördüğü kesimleri sistematik biçimde dışlayarak, onları kent merkezlerinden çeperlere itme işlevi görür. İstanbul Sulukule ve Ankara Çinçin’deki yerinden edilme pratikleri, bu sürecin sayısız örneğinden yalnızca ikisidir. Benzer şekilde, sokakta yaşayan hayvanlar da kapitalist kent düzeninde istenmeyen unsurlar olarak kodlanır. Değerli araziler lüks konut projeleri, alışveriş merkezleri ve turistik alanlar için ayrılırken, sokakta yaşayan hayvanların varlığı bu projelere ‘engel’ olarak görülür. Bu nedenle belediyeler ve devlet kurumları, hayvanları kentten uzaklaştırmaya yönelik politikalar geliştirir, onların ekolojik ve toplumsal rollerini tamamen göz ardı eder. Böylece, kapitalist kentleşme yalnızca insan topluluklarını değil, doğayı ve insan dışı canlıları da piyasa mantığına uygun biçimde yeniden şekillendirir.
Bu süreç, LGBTİ+’ların kamusal mekânda görünürlüğüne yönelik baskılarla paralellik gösterir. Kentleşme, yalnızca fiziksel alanları değil, bu alanlarda kimin var olabileceğini de belirleyen normlar üretir. LGBTİ+’lar, heteronormatif düzenin dışında kaldıkları için toplumsal mekânın uygunsuz unsurları olarak tanımlanırken, sokakta yaşayan hayvanlar da modern şehirleşme projelerine aykırı görüldükleri için yok edilmeye veya tecrit edilmeye çalışılır.
Özellikle büyük şehirlerde LGBTİ+’ların görünürlüğü, ahlaki yozlaşma söylemiyle bastırılmaya çalışılırken, sokakta yaşayan hayvanlar da şehir güvenliği için tehdit olarak kodlanarak kentsel dönüşüm süreçlerinden dışlanır. Bu paralellik, kapitalist devletin yalnızca ekonomik ilişkileri değil, aynı zamanda bedenler ve kamusal mekân üzerindeki kontrolünü de sürdürmeye çalıştığını gösterir. LGBTİ+’ların varoluşu cinsellik ve aile düzeni üzerindeki denetimi sarsarken, sokakta yaşayan hayvanların varlığı da kapitalist mekânsal düzenin sınırlarını zorlayan bir unsur olarak değerlendirilir.
Kentleşme süreci, yalnızca altyapı ve bina projelerinden ibaret değildir; aynı zamanda, hangi bedenlerin kamusal alanda var olabileceğine dair ideolojik ve hukuki çerçeveler oluşturur. LGBTİ+’lar ve sokakta yaşayan hayvanları, farklı dinamikler üzerinden benzer dışlama mekanizmalarına maruz bırakılır. Kapitalist sistem, denetim altına alamadığı unsurları ya görünmez kılar ya da tamamen yok etmeye çalışır.
Tabii, LGBTİ+ mücadelesi yarım asrı aşan aktif mücadelesiyle dünyanın bazı ülkelerinde kamusal alanda varlık kazanmayı başarmıştır. Avrupa ve Amerika’nın kimi şehirlerinde, bu mücadele baskılara rağmen mekânsal ve hukuki kazanımlar elde etmiş, kapitalist düzenin homojenleştirici ve denetleyici yapısına gedikler açabilmiştir. Bu kazanımlar, sistemin genel işleyişine içkin olan dışlayıcı mekanizmaların ortadan kalktığı anlamına gelmese de LGBTİ+ hareketinin kentlerde açtığı alanlar, kapitalizmin sınırlarını esneten ve onun mekânsal tahakkümüne karşı mücadele edilebileceğini gösteren örnekler sunar. Benzer şekilde, sokakta yaşayan hayvanların varlığı da kentsel mekânın tek tipleştirilmesine karşı bir direniş biçimi olarak değerlendirilebilir. Her iki durumda da mesele yalnızca mekânsal yer edinme değil, kapitalist kentleşmenin kimleri ve hangi varlıkları dışladığını anlamak ve buna karşı koyabilmektir.
Karşı-hegemonya ve alternatif bir toplum imkânı
Kapitalist sistemin LGBTİ+’lar ve sokakta yaşayan hayvanların üzerindeki baskı mekanizmaları, yalnızca ekonomik ve mekânsal denetimle sınırlı değildir; aynı zamanda ideolojik aygıtlar yoluyla bu dışlanmayı toplumsallaştırmayı amaçlar. Ancak Gramsci’nin ortaya koyduğu karşı-hegemonya kavramı, bu hegemonik tahakküm karşısında ezilenlerin yalnızca direnmekle kalmayıp, alternatif toplum tahayyülleri ve değer sistemleri inşa etmesi gerektiğini vurgular.[13]
Karşı-hegemonya, yalnızca var olan baskıcı yapıların eleştirilmesi ya da onlara karşı direniş gösterilmesiyle sınırlı değildir. Ezilen grupların kendi kolektif kimliklerini, yaşam biçimlerini ve etik değerlerini üreterek topluma alternatif bir yön kazandırmasını da içerir.[14] Bu anlamda LGBTİ+ hareketleri ve hayvan hakları aktivistlerinin mücadelesi, sadece maruz kalınan baskıyı reddetmekle kalmamalı, aynı zamanda kapitalist düzenin ideolojik tahakkümünü kıracak yeni toplumsal örgütlenme biçimlerini geliştirmeye odaklanmalıdır.
LGBTİ+ hareketleri, yalnızca bireysel hak talepleri çerçevesinde şekillendiğinde, kapitalizmin sunduğu sınırlı kimlik politikalarının içine sıkışma riski taşır. Örneğin, kapitalist devletler LGBTİ+’lari görünürlük alanına çekerek, onları sistem içinde asimile edebilecek mekanizmalar geliştirir. Ancak bu, heteronormatif düzenin köklü bir eleştirisini içermediği sürece, LGBTİ+ varoluş biçimlerinin kapitalizmin sınırları içinde kabul görebilecek şekillerde yeniden üretilmesi anlamına gelir. Gerçek bir karşı-hegemonik mücadele, yalnızca hak temelli reformlarla sınırlı kalmayıp, toplumsal ilişkilerin yeniden örgütlenmesini de içermelidir.
Bu noktada Federici’nin feminist analizleri önemli bir çerçeve sunar. Federici, kapitalist sistemin yalnızca üretim süreçlerini değil, toplumsal yeniden üretimi de kontrol etmeye çalıştığını ve kadınların ücretsiz emeği üzerinden şekillendiğini vurgular. Kapitalizmin bu yeniden üretim sürecine olan bağımlılığı göz önüne alındığında, patriyarkal baskının yalnızca kültürel ya da ideolojik bir mesele olmadığı, doğrudan ekonomik işleyişin bir parçası olduğu görülür.[15] Dolayısıyla LGBTİ+ mücadelesi, yalnızca bireysel kimlikler etrafında şekillenmeyip, patriyarka ile kapitalizmin nasıl iç içe geçtiğini de ortaya koyan daha geniş bir toplumsal dönüşüm programına dayanmalıdır.
Benzer şekilde, hayvan hakları aktivizminin de karşı-hegemonik bir çerçevede ele alınması gerekir. Kapitalist modernleşme, doğayı metalaştırarak ve insan dışındaki canlıları üretim sürecine entegre ederek ya da sistem dışı varlıklar olarak yok sayarak ilerler.[16] Ancak sokakta yaşayan hayvanların, kentleşme süreçleri içinde bir fazlalık olarak görülmek yerine, insan-merkezli olmayan bir toplumsal örgütlenme anlayışının geliştirilmesi açısından yeni imkanlar sunabilir. Hayvan hakları mücadelesi, yalnızca hayvanların korunmasına yönelik yasal düzenlemelerle sınırlı kalmamalı; kapitalizmin insan-merkezli doğa algısını dönüştürmeyi de hedeflemelidir.
Gramsci’nin hegemonya kavramı, egemen sınıfların ideolojik aygıtlar aracılığıyla ve zor ve baskı araçlarıyla toplum üzerindeki denetimini sürdürdüğünü gösterir. Bu anlamda karşı-hegemonya, yalnızca politik eylemlerden değil, alternatif değer sistemleri, kolektif dayanışma ağları ve farklı mekânsal örgütlenme biçimleri geliştirilerek ideolojik bir dönüşüm yaratma sürecinden de beslenmelidir.
Örneğin, LGBTİ+’ların kendi dayanışma ağlarını kurarak kapitalist bireyciliğe karşı kolektif bir yaşam biçimini teşvik etmesi, yalnızca sembolik bir direniş değil, aynı zamanda ekonomik ve toplumsal yeniden üretim süreçlerine karşı bir müdahale olabilir. Aynı şekilde, hayvan hakları aktivistlerinin yalnızca yasa değişikliği talep etmek yerine, hayvanlarla birlikte yaşanabilir kent modelleri geliştirmesi, kapitalist mekânsal düzenin dayattığı tahakküm ilişkilerini kırmak açısından önemli bir adımdır.
LGBTİ+’lar ve sokakta yaşayan hayvanlara yönelik dışlama süreçleri yalnızca birer hak ihlali meselesi değil, kapitalist üretim ilişkilerinin sürdürülmesi için gerekli olan denetim mekanizmalarının bir parçasıdır. Bu nedenle mücadele, yalnızca bu baskı biçimlerine karşı çıkmakla sınırlı kalamaz; aynı zamanda yeni toplumsal ve mekânsal örgütlenme biçimleri geliştirerek karşı-hegemonik bir dönüşüm yaratmayı da hedeflemelidir. Kapitalizmin ve patriyarkanın tahakkümüne karşı geliştirilecek bir mücadele, yalnızca yasaların değişmesini değil, toplumsal ilişkilerin ve değerlerin de dönüşmesini gerektirir.[17]
Sonuç
Sonuç olarak, LGBTİ+’ların ve sokakta yaşayan hayvanların hedef alındığı yasalar, kapitalist sistemin hegemonik tahakkümünü sürdürmek için oluşturduğu ideolojik ve ekonomik stratejilerin bir sonucudur. Harootunian’ın zaman eşitsizliği ve Federici’nin feminist Marksist yaklaşımı, Gramsci’nin hegemonya teorisiyle birlikte ele alındığında, bu süreçleri daha iyi anlamamızı sağlar. Bu analizler, mevcut durumun kaçınılmaz olmadığını, aksine kolektif mücadeleyle dönüşebileceğini ortaya koyar. Kapitalizmin baskıcı ve sömürgeci yapısına karşı, yeni bir toplumsal düzen inşa etmek için dayanışma, direniş ve alternatif yaşam biçimleri yaratmak zorundayız. Bu süreçte yalnız değiliz; tarih boyunca ezilenlerin dayanışma pratikleri, bize yol göstermeye devam edecektir.
[1] Antonio Gramsci, Selections from the Prison Notebooks of Antonio Gramsci, der. ve çev. Quentin Hoare ve Geoffrey Nowell Smith, (Londra: ElecBook, 1999), s. 448.
[2] Harry Harootunian, Marx after Marx: History and Time in the Expansion of Capitalism, (New York: Columbia Üniversitesi Yayınları, 2017), s. 1-20. 21-38.
[3] Silvia Federici, Canibal and the Witch: Women, Body and Primitive Accumulation, (New York: Autonomedia, 2004), s. 11-17 ve 113-114.
[4] Gramsci, s. 447.
[5] Harootunian, s. 115-135.
[6] Federici, s. 194 ve 220-223.
[7] Federici, s. 11-17, 25, 49, 88, ve 92-98.
[8] Gramsci, s. 447 ve 448.
[9] İbid.
[10] Harootunian, s. 21-38.
[11] Federici, s. 92-96.
[12] Kadınların ortak mülkiyetin kaybıyla nasıl yoksullaştırıldığı için bkz. Federici, s. 73, 85-91 ve 97-103.
[13] Gramsci, s. 369.
[14] Gramsci, s. 445; Harootunian, s. 129-152.
[15] Federici 11-17.
[16] Kapitalizmin yalnızca insan emeğini değil, doğayı ve sosyal yeniden üretim süreçlerini de nasıl kontrol ettiğine dair bkz. Federici, s.11-17, 27, 37-38 ve 114.
[17] Gramsci, s. 520-535.
Kaos GL dergisine ulaşın
Bu yazı ilk olarak Kaos GL dergisinin “Dayanışma” dosya konulu Mayıs-Haziran 2025 sayısında yayımlanmıştır. Dergiye kitapçılardan veya Notebene Yayınları’nın sitesinden ulaşabilirsiniz. Online aboneler dergi sitesinden dergiyi okuyabilir.
*KaosGL.org’ta yayınlanan köşe yazıları, KaosGL.org’un editoryal çizgisini yansıtmak zorunda değildir. Yazı ve çizimlerden yazarları ve çizerleri sorumludur. Yazının ya da çizginin KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki veya çizimlerdeki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.
Etiketler: yaşam, ekoloji, özel haber, araştırma, inceleme, yorum, heteroseksizm, trans, ikili cinsiyet sistemi, lgbti, eşcinsellik, lezbiyen, gey, biseksüel, interseks