15/07/2025 | Yazar: Umut Güner
Cinsel yönelimimizi ya da cinsiyet kimliğimizi açıkça yaşayamadığımızda, bunun yarattığı gerginlik farklı şekillerde dışa vurur. Bazen bu “el âlem”in sesi kelimelere dökülür. Çukur dizisinde Selim’in silahının “küçüklüğü” ile dalga geçildiğinde, abisinin “karı mısın?” diye bağırması gibi. Bu sözler bazen kendiliğinden çıkar ama karşı tarafta ya hiç duyulmaz ya da binlerce kez yankılanır.

Ahmet Yıldız’a – Ailesi tarafından öldürülen ve katili hâlâ yakalanmayan…
LGBTİ+’ların aileleriyle ilişkisi, hareketin en başından beri temel gündemlerinden biri oldu. 90’ların başında Londra’da bir aile örgütlenmesiyle yapılan bir söyleşide, aileler şöyle diyordu: “Çocuklarımız değil, biz değiştik.” Bu, ailelerin en temel korkularını istismar etmek isteyenlere verilmiş güçlü bir yanıttı. Çocuklarının değişmediğini, ancak onlarla ilişkilerinin dönüştüğünü anlatıyorlardı.
LGBTİ+ 101 atölyelerinde defalarca anlatmak zorunda kaldığımız gibi; kimsenin cinsel yönelimini ya da cinsiyet kimliğini değiştiremezsiniz. Ancak bu kimliklerin özgürce ifade edilmesini engelleyebilir, baskılayabilir, bireyi “heteroseksüel taklidi” yapmaya zorlayabilirsiniz. Yine de başaramazsınız. Sonra da bu baskının sorumlusu değilmiş gibi, suçu dışarda aramaya başlarsınız. Zorladığınız bu “taklit” performansı gerçekleşmediğinde ise onu suçlar, yetersiz hissettirirsiniz.
Bu meseleyi, Çukur dizisindeki “aklı selim olmayan” Selim’in hikâyesinden hareketle açmak istiyorum. Selim’in heteroseksüel olmama hâli, dizide yan bir hikâye olarak işleniyor. Asıl oğlanların ve asıl kızların yanında kolayca gözden kaçabilecek bir detay. Ancak LGBTİ+ izleyiciye göz kırpan bir yerden kuruluyor. Çukur, her mafya dizisi olduğu kadar bir “aile” dizisi. Belki de aile üzerine eleştirel çalışan akademisyenler, mafyaların neden aile gibi örgütlendiğini araştırsa çok iyi olurdu. Bu, mevcut aile ilişkilerini de analiz etmemizi sağlar belki.
Dizinin ilk bölümlerinde Selim’in “yeterince hetero” olmadığı ima ediliyordu. Hatta kızının biyolojik babası olmayabileceğine, abisinin bu “görevi” onun adına üstlenmiş olabileceğine dair göndermeler vardı. “Aile, olmayanı oldurur”, “yapılmayanı yapar”, “devamlılık esastır” ve tabii ki mesele biraz da “el âlem ne der”dir. İstanbul’un en büyük mafyası olun ya da Yozgat’ta öğretmen bir çiftin çocuğu; o el âlem her yerdedir ve her zaman bir şey söylemeye hazırdır. Belki de o el âlem bizim iç sesimizdir, kim bilir.
Cinsel yönelimimizi ya da cinsiyet kimliğimizi açıkça yaşayamadığımızda, bunun yarattığı gerginlik farklı şekillerde dışa vurur. Bazen bu “el âlem”in sesi kelimelere dökülür. Çukur dizisinde Selim’in silahının “küçüklüğü” ile dalga geçildiğinde, abisinin “karı mısın?” diye bağırması gibi. Bu sözler bazen kendiliğinden çıkar ama karşı tarafta ya hiç duyulmaz ya da binlerce kez yankılanır.
Sadece bu iki sahne bile şunu gösteriyor: Hepimiz kolektif bir yalanı yaşamaya meyilliyiz. Her an bir “heteroluk sınavı”na tabi tutulabiliriz. Ve bizi sürekli bu sınava çeken ailemiz, aslında bizim heteroseksüel olmadığımızı bizden iyi bilir. Ama bunu duymaya hazır değildir. Bu yüzden de “Bana yalan söyle, doğruyu duymaya hazır değilim” derler. Bir noktada yalan söylemekten vazgeçeriz. Bu, bazen bilinçli bir seçim olur, bazen de kendiliğinden gelişir. Bu baskı, yaşam boyu üzerimizde kalır. Çünkü biz büyüdükçe, baskı da büyür. El âlem de büyür, çoğalır.
İlerleyen bölümlerde, Çukur’un babası İdris ve annesi Sultan’ın Selim’e diğer çocukları kadar eşit davranmadığını görüyoruz. Aynı kişiler, Selim’in “hetero olmama” hâline de büyük bir samimiyetsizlikle şok oluyorlar. Bu “şok” da inandırıcı gelmiyor.
Yok sayıldığın, var olamadığın, âşık olamadığın, kendi kendine bile konuşamadığın yerde, “aile” başka bir şeye dönüşür. Hemcinsler arasındaki cinselliği ifade edemediğimizde, imalara, bakışlara, el kol hareketlerine, küçük jestlere anlam yükleriz. Bu yorumlar da hep bir muamma taşır. Hep bir “acaba” ile kalırız. Ve bu acabalarla, muammalarla, aşklarımızı kendi kendimize yaşamaya başlarız. Kendi kendimize ayrılır, barışır, yeniden severiz. Ta ki imalar ve jestler yetmeyene kadar. Ondan sonrası zaten kendiliğinden gelişir.
Çukur’da da Selim’e bir şeyler yetmemeye başlıyor. Selim’in Cemil’e aşkı görünür hâle geliyor. Cemil bir “sorun”a dönüşmesin diye hemen bir hetero proje olan düğünle evlendirilmeye çalışılıyor. Bu sırada üçlü bir aşk potansiyeli de gelişiyor: Selim, Cemil’e aşık; Selim’in karısı Cemil’e; Cemil ise açıkça ifade etmese de, lubunya gözünden bakınca görüyoruz ki, jestlerle ve imalarla karşılık veriyor. Sonuçta Çukur, Oscar Wilde’ın “İnsan sevdiğini öldürür” mısrasına göz kırpıyor. Ve gerçekten de Selim ve Selim’in karısı sevdiklerini öldürüyor. Cemil ölüyor. Peki, sadece Cemil mi? Selim yaşıyor mu? Kendin gibi var olamadığın bir hayat, gerçekten hayat mıdır? Selim, Cemil’le birlikte kendini de öldürmüyor mu?
Ana hikâyenin büyük meseleleri arasında lubunyalık hep yan hikâyeye dönüşüyor. Oysa Selim’in hikâyesi başlı başına bir queer klasiğe dönüşebilirdi. LGBTİ+’ların görünür olmadığı yerlerde hikâyeleri de görünmez oluyor. Aynı sahneyi izleyen bir LGBTİ+ ile heteroseksüel kişi aynı şeyi görmeyebiliyor. Yönetmen gözümüze sokmasa, dizinin ilk bölümlerindeki eşcinsel imalar muhtemelen heteroseksüel izleyiciye ulaşmazdı. Aileler de böyle: hikâyenize tanık olmadıklarında, hikâyeniz hiç yaşanmamış gibi yapıyorlar. Tanık olmaları da her zaman bir dönüşüm yaratmıyor.
Aileyle ilişki, herkes için zor olduğu kadar lubunyalar için de zor. Genellikle “katlanılan” bir ilişkiye dönüşüyor. Bu sürdükçe, ailemizle yabancılaşıyoruz. “Ailem beni anlamaz, değişmez” yargısı, içimizdeki el âlemin sesi haline gelebiliyor. Yine de açılma süreci başladığında, o gerilim hattına rağmen hiçbir şey eskisi gibi kalmıyor.
“Aile”yi her şey pahasına koruma projesi, sadece AKP’nin değil; toplumsal cinsiyet karşıtlarının örgütlü ya da kendiliğinden verdikleri bir refleks. Bu, alışagelmiş bir düzenin devamı için verilen refleksif bir çaba. Toplumda bir karşılığı olacak mı sorusuna verilecek cevap ise ne AKP’nin başarısı ne de feministlerin ve LGBTİ+’ların başarısızlığı olur. Bu süreci, lubunyaların ve feministlerin kazandığının bir göstergesi olarak görmek gerek. Hayatın değişebileceğini ve özgür ilişkiler kurulabileceğini hem kendimize hem başkalarına gösteriyoruz. Değiştikçe, dönüştükçe özgürleşiyoruz. Bu, kazanılacak bir savaş değil; her lubunyanın kendi savaşını verdiği bir süreç. Açılma ve gizlenme stratejileriyle var olmaya, hayat kurmaya çalışıyoruz. Ve bu hayatı kurarken dayanabileceğimiz destek mekanizmalarının varlığı, asıl tehdidi oluşturuyor. Çünkü onlar heteronormatif yapıyı muhafaza etmek istiyor. Bir zamanlar söyledikleri “Yatak odanda ne yapıyorsan yap, bizi ilgilendirmez” cümlesi, aslında senin dışarıda hiçbir şekilde var olmamanı istemenin kibar versiyonuydu. Şimdi ise açık açık, “Yatak odanda da yapma”, “Yaşam tarzına da karışırım” diyorlar.
Aile kavramıyla derdi olan feministler, insan hakları savunucuları ve LGBTİ+ aktivistler olarak, bir yandan bu tartışmaları sürdürürken, öte yandan bize dayatılan “aile şablonu”na karşı birlikte hareket etmemiz gerekiyor. Bu birlikteliği, sadece “aile yılı”na karşı çıkmakla sınırlı değil, eşitlik için muhafazakârlaşma karşıtı bir mücadele olarak örgütlemeliyiz.
Bu yazının yazılmasına, Ocak ayında Kadının İnsan Hakları Derneği, Kaos GL ve 17 Mayıs Derneği’nin birlikte düzenlediği Aile Çalıştayı’ndaki tartışmalar vesile oldu. AKP iktidarının dayattığı gündemi politik bir çerçevede tartışmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Aksi hâlde, sürekli anlık tepkilerle sürece dahil olmak hepimiz için tüketici oluyor.
Kaos GL dergisine ulaşın
Bu yazı ilk olarak Kaos GL dergisinin “Aile” dosya konulu Temmuz-Ağustos 2025 sayısında yayımlanmıştır. Dergiye kitapçılardan veya Notebene Yayınları’nın sitesinden ulaşabilirsiniz. Online aboneler dergi sitesinden dergiyi okuyabilir.
*KaosGL.org’ta yayınlanan köşe yazıları, KaosGL.org’un editoryal çizgisini yansıtmak zorunda değildir. Yazı ve çizimlerden yazarları ve çizerleri sorumludur. Yazının ya da çizginin KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki veya çizimlerdeki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.
Etiketler: medya, kültür sanat, yaşam, aile, siyaset, cinsellik, araştırma, inceleme, yorum