01/12/2025 | Yazar: Remzi Altunpolat

İslamcılığın yükselişi, toplumsal cinsiyet eşitliği fikrine karşı sistematik bir ideolojik cephe oluşturdu ve bu cephe, İslam dünyasında günümüzde de etkisini sürdüren anti-feminist ve anti-queer politikaların temelini attı.

İnkâr, tahakküm ve sosyal mühendislik: İslamcılığın toplumsal cinsiyet karşıtlığı Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Fotoğraf: Ateş Alpar

Toplumsal cinsiyet karşıtlığı günümüzde yalnızca yerel veya ulusal düzeyde ortaya çıkan münferit gerici reflekslerden ibaret değildir. Aksine küresel ölçekte, çeşitli siyasal ve dinsel hareketlerin etkileşimiyle biçimlenen yapısal ve örgütlü bir karşı-devrim süreci olarak karşımıza çıkmaktadır. İslam ülkelerinde gözlemlenen kadın ve LGBTİ+ karşıtı söylem ile uygulamalar da bu genel karşı-devrimci dalganın özgül bir parçasıdır. Bu ülkelerde toplumsal cinsiyet eşitliğine yönelik tepkiler, modernleşme tecrübelerinin sancıları, sömürgecilik dönemi mirası ve siyasal İslamcılığın ideolojik tercihleriyle iç içe geçmiş çok katmanlı bir tarihsel bağlamda şekillenmiştir.

Sonuçta kadınların kamusal alandaki varlığını kısıtlamak, LGBTİ+’ların yok sayılması veya kriminalize edilmesi, “geleneksel değerlerin” yeniden ihyası söylemleri ve “ahlaki çöküşle mücadele” iddiaları, İslam coğrafyasındaki toplumsal cinsiyet karşıtlığının temel unsurlarını oluşturmaktadır. Ancak burada söz konusu olan, sadece dine dayalı bir kültürel muhafazakârlık değil; modern devlet aygıtı, milliyetçi ideolojiler ve neoliberal-muhafazakâr politikaların kesişiminde üretilen stratejik bir iktidar projesidir. 

Toplumsal cinsiyet karşıtlığının (anti-gender) kavramsal kökeni: Geri tepme (backlash) ve ataerkil restorasyon

Toplumsal cinsiyet karşıtlığı (anti-gender) kavramının tarihsel kökeni, feminist literatürde ilk kez Susan Faludi’nin Backlash: The Undeclared War Against American Women (1991) adlı çığır açıcı çalışmasına kadar uzanır. Faludi, “geri tepme” (backlash) kavramını; kadın hareketlerinin elde ettiği hakların, feminist kazanımların ve toplumsal cinsiyet eşitliği taleplerinin, kültürel ve siyasal düzlemde organize bir biçimde geri itilmeye çalışılması olarak tanımlar. Bu tepki açıkça ilan edilmez; medya, hukuk, popüler kültür, dini söylem ve politika aracılığıyla sistematik biçimde yürütülür. Faludi’ye göre bu geri tepme süreci, ataerkinin sarsıldığını hissettiği kriz dönemlerinde devreye girer ve kadınların ilerlemesini bir tehdit olarak algılayan egemen düzen, toplumsal normları tahkim etmek için kadınlara ve feministlere karşı saldırgan bir yeniden düzenleme sürecine girişir. Geri tepme, kazanılmış hakların fazla ve zararlı gösterildiği, feminizmin itibarsızlaştırıldığı, kadınların “doğal” rollerine geri gönderildiği bir ataerkil restorasyon aracıdır. 

Bu kavramsal çerçeve, 2000’li yıllardan itibaren yükselişe geçen küresel toplumsal cinsiyet karşıtı (anti-gender) hareketlerin ideolojik ve yapısal doğasını anlamak açısından da kurucu niteliktedir. Roman Kuhar ve David Paternotte, bu hareketleri, feminist ve queer ilerlemeye karşı örgütlü, muhafazakâr ve sıklıkla dinsel referanslı bir “karşı devrim” olarak tanımlar. Judith Butler ise toplumsal cinsiyet karşıtlığını yalnızca bir cinsiyet politikası meselesi değil, daha geniş ölçekte otoriterleşme, milliyetçilik, neoliberal kriz ve dini gericiliğin ideolojik bileşeni olarak görür. Agnieszka Graff ve Elżbieta Korolczuk’un analizleri ise anti-gender söyleminin, neoliberal güvencesizlik çağında erkek egemenliğini, beyaz üstünlüğünü ve heteronormatif düzeni korumaya çalışan bir “otoriter popülist” araç haline geldiğini ortaya koyar.

Dolayısıyla Faludi’nin “geri tepme” kavramı, bugün İslam ülkelerinde olduğu kadar Avrupa’da, Latin Amerika’da, ABD’de ve Doğu Avrupa’da da görülen anti-gender hareketlerin tarihsel ve ideolojik sürekliliğini analiz etmede temel bir kuramsal çıkış noktası sunmaktadır.

Tam da bu noktada Antonio Gramsci’nin hegemonya kuramı devreye girer: Faludi’nin betimlediği geri tepmenin ardındaki ideolojik düzenekleri ve rıza üretim mekanizmalarını çözümleyebilmek için Gramsci’nin kültürel iktidar ve mevzi savaşı kavramları, toplumsal cinsiyet karşıtlığını bir karşı-hegemonik proje olarak anlamaya olanak tanır. Antonio Gramsci’nin hegemonya kuramı, toplumsal cinsiyet karşıtlığını yalnızca bir inanç ya da bireysel önyargı sorunu değil, derinlikli ve kültürel bir iktidar projesi olarak anlamak açısından son derece işlevseldir. Gramsci, egemenliğin yalnızca devletin baskı aygıtlarıyla değil, aynı zamanda sivil toplum alanında rıza üretimi yoluyla tesis edildiğini belirtir. Hegemonya, egemen sınıfın değer ve normlarının “doğal”, “zorunlu” ve “evrensel” kabul edilerek toplumun “ortak duyu”su haline gelmesiyle işlerlik kazanır. Bu bağlamda kadınlık ve erkeklik rolleri ile heteronormatif aile ideali, İslamcı-muhafazakâr söylemlerde “fıtrat”, “ahlak” ve “ilahi düzen” kavramları aracılığıyla sunularak sorgulanamaz kılınır. Pierre Bourdieu’nün “sembolik şiddet” kavramıyla ifade edilebilecek bu süreçte, kadın bedeni ve LGBTİ+ kimlikleri üzerindeki söylemsel ve kültürel denetim, yalnızca şeriata dayalı hukuki normlarla değil, gündelik yaşamın dilinde, medyada, eğitimde ve dinsel pratiklerde de sürekli yeniden üretilir. Bu nedenle, toplumsal cinsiyet karşıtlığı, İslam toplumlarında epistemolojik, kültürel ve kurumsal düzeyde işleyen çok katmanlı bir iktidar formudur.

Bu kuramsal çerçeveyi günümüz toplumsal cinsiyet karşıtı hareketlerinin stratejilerini analiz etmekte de kullanabiliriz. Hendrik Johannemann, Opposing Desires: The Contentious Politics of the South Korean Anti-LGBT Movement (2025) adlı çalışmasında, Güney Kore’deki anti-LGBT hareketlerin yalnızca siyasi iktidarı etkilemekle kalmayıp, uzun vadeli kültürel mevziler kazanarak yeni bir hegemonya kurmaya çalıştığını belirtir. Johannemann bu süreci Gramsci’nin “mevzi savaşı” kavramıyla açıklar: Doğrudan çatışma ya da yasa yoluyla değil, medya, eğitim, din gibi alanlarda etkili olarak “kültürel iktidar” kurmayı hedefleyen bir strateji. Bu analiz, İslam ülkelerindeki toplumsal cinsiyet karşıtı hareketleri anlamak açısından da yol göstericidir. Zira bu hareketler yalnızca geleneksel ahlaki değerleri savunan tepkisel yapılar değildir; aynı zamanda “kültür savaşı” verdiğinin farkında olan, bilinçli ve örgütlü bir karşı-hegemonya inşasının taşıyıcılarıdır. “Aile”, “ahlak”, “fıtrat”, “milli değerler”, “doğal düzen” gibi ideolojik söylemler aracılığıyla geniş toplumsal kesimlerin rızasını kazanmakta ve feminist/queer ilerlemelerin meşruiyetini aşındırmaya çalışmaktadırlar.

Bu nedenle toplumsal cinsiyet karşıtlığını yalnızca dinî dogmalar ya da bireysel muhafazakârlıkla açıklamak yetersizdir. Gramsciyen hegemonya kuramı, söz konusu karşıtlığın arkasında rızanın üretimine dayalı, sistematik ve uzun vadeli bir iktidar stratejisinin olduğunu gösterir. Bu da feminist ve queer hareketler açısından sadece yasal hak kazanımlarına ya da kitlesel protestolara odaklanmanın yetersiz kalacağını; aynı zamanda kültürel üretim alanlarında da karşı-hegemonik stratejiler geliştirilmesinin zorunlu olduğunu ortaya koyar.

Tarihsel ve teolojik temeller

İslam coğrafyasında toplumsal cinsiyet karşıtı fikirlerin kökleri, güncel siyasi iktidarların söylemlerinden çok daha geriye, klasik dönem İslam hukukunun (fıkıh) ataerkil yorumlarına ve bunların tarihsel yorumlanış biçimlerine uzanır. İslam’ın ilk yüzyıllarında Arap yarımadasının ataerkil kabile kültürü, kadınların konumunu ikincilleştiren normları da beraberinde getiriyordu. Klasik fıkıh literatürü, bu kültürel yapıyı normatif hale getirerek kadını esasen aile içi bir varlık olarak tanımladı. Birçok fıkıh kitabında kadınlar aklen ve dini olarak eksik görülmüş, erkeğe itaat etmesi gereken ve kamusal alandan uzak tutulması arzu edilen figürler olarak yer almıştır. Bu literatürde örneğin:

 • Erkeğin mutlak boşama hakkı (talak) tartışılmaz kabul edilmiştir.

 • Kadının tanıklığı birçok hukuk ekolünde erkeğinkinin yarısı kadar değer görmüştür (örneğin borç hukukuna ilişkin ayette, iki kadın şahidin bir erkeğe denk sayılması anlayışı; bkz. Bakara 2:282).

 • Evlilik, velayet, miras ve nafaka gibi konularda kadınların söz hakkı ciddi biçimde sınırlandırılmıştır.

Aynı şekilde klasik fıkıhta eşcinsellik (livata) büyük günah ve suç olarak tanımlanırdı. Kur’an’daki Lût kavmi kıssasına atıfla, erkekler arası ilişki “iffetsizlik ve sapkınlık” olarak görülmüş hem Sünni hem Şii yorumlarda bu fiil ağır dünyevî ve uhrevî cezalarla ilişkilendirilmiştir (örn. Hanbelî ve Malikî ekolleri livata için recm cezasını öngörür). Bu tür hükümler ve anlatılar, tarihsel olarak İslam toplumlarında eşcinsel yönelime ve genel olarak LGBTİ+ varoluşlara yönelik düşmanlığın ilahiyatî temelini oluşturmuştur.

Osmanlı İmparatorluğu ve diğer İslam imparatorlukları, klasik fıkhın ataerkil hükümlerini kendi devlet aklıyla harmanlayarak özgül cinsiyet rejimleri kurdular. Osmanlı’da kadınların esas itibariyle “ev içinde” kalmaları makbul görülüyor, kamusal alandaki varlıkları ise sosyal sınıf ve dinî-mezhepsel statülere göre daraltılıyordu (örneğin, yüksek sınıftan veya saray çevresinden kadınlar sınırlı da olsa kamusal görünürlük kazanabilirken, sıradan halk kadınları için çarşaf/peçe zorunluluğu vb. kısıtlar geçerliydi). Namus ve iffet kavramları, hem kadınların hem de erkek eşcinsel ilişkilerin kontrol altına alınmasında merkezî söylemlerdi; zinanın ve “livata”nın cezalandırılması şer’î mahkemelerin meşruiyet dayanaklarından biriydi. Bununla birlikte, Osmanlı kent yaşamında homoerotik ilişkilerin belirli ölçülerde tolere edildiği, en azından bugünkü anlamıyla bir “eşcinsel” kimlik kurgusu olmadığından, bu ilişkilerin keskin bir toplumsal kategori oluşturmadığı da tarihsel araştırmalarca belirtilir (örn. birçok Osmanlı şiiri ve edebi eserinde genç oğlan güzellemeleri yaygındır). 

Modern dönem, İslam coğrafyasındaki toplumsal cinsiyet rejimleri açısından çelişik dinamikler getirdi. 19. ve 20. yüzyıllarda Batı emperyalizminin nüfuz ettiği Müslüman toplumlarda, kadın bedeni ve cinsiyet rolleri hem kolonyal projenin hem de yerel direnişin simgesel alanı haline geldi. Örneğin Fransız sömürge yönetiminin Cezayir’de yerli kadınları peçeyi çıkarmaya zorlayan kampanyaları, peçeyi takmanın yerli halk tarafından anti-emperyalist direnişin sembolü haline getirilmesine yol açtı. Benzer şekilde İran’da Pehleviler döneminde zorla çarşafın kaldırılması politikası, dindar kesimde tepkiyle karşılanıp sonradan İslamcı hareket tarafından “Batı’nın dayatması” olarak kodlandı. Bu tür örnekler, kadın bedeninin kolonyal modernleşme söyleminde “kurtarılması gereken nesne” olarak, yerel muhafazakâr söylemde ise “milli namusun kalesi” olarak görüldüğünü gösterir. Kısacası, kadınların giyimi ve kamusal konumu üzerinden verilen mücadeleler, emperyalizm karşıtı milliyetçi tepkiler ile kadın özgürleşmesi arasındaki gerilimi yansıtır.

20. yüzyılın ikinci yarısında güçlenen siyasal İslamcı hareketler, ulus-devletlerin laiklik eksenli modernleşme programlarına tepki dalgaları olarak ortaya çıktılar. Mısır’da Müslüman Kardeşler, İran’da 1979 Devrimi, Pakistan’da Ziya ül-Hak dönemi gibi örneklerde İslamcı ideoloji, aile ve ahlak temelli yeni bir toplum projesi sundu. Bu hareketlerde kadın, çoğunlukla ailenin ve namusun sembolü haline getirildi; kadınların kamusal hayatta görünürlüğü “iffetli olup olmama” kriterine bağlandı. Örneğin İran İslam Devrimi sonrasında şeriat esaslı toplumsal cinsiyet rejimi kurularak kadınlara zorunlu tesettür dayatıldı, pek çok meslekten el çektirildi; eşcinsellik ise ölüm cezasıyla yargı konusu yapıldı ve genel olarak LGBTİ+ varlıklar yok sayıldı. Mısır’da Müslüman Kardeşler ideologları, “kadın özgürlüğü” söylemini Batı emperyalizminin aracı olarak niteleyip, kadının asli görevinin annelik ve ev içi roller olduğunu vaaz ettiler. LGBTİ+ kişiler ise bu hareketlerin söyleminde ya tamamen inkâr edilerek yok sayıldı ya da “Batı’nın ahlaksız ithali” olarak yaftalandı. Sonuç olarak İslamcılığın yükselişi, toplumsal cinsiyet eşitliği fikrine karşı sistematik bir ideolojik cephe oluşturdu ve bu cephe, İslam dünyasında günümüzde de etkisini sürdüren anti-feminist ve anti-queer politikaların temelini attı.

İslam ülkelerinde güncel toplumsal cinsiyet karşıtlığı

İçinde bulunduğumuz dönemde birçok İslam ülkesi, kadın ve LGBTİ+ karşıtı politikaları devlet eliyle kurumsallaştırmış durumdadır. Bu politikalar elbette her ülkede farklı düzey ve şekillerde tezahür etmektedir; ancak genel olarak üç ortak eksenden bahsetmek mümkündür:

(1) Kadınlar aile içinde tanımlanıp kamusal alandan dışlanmakta; 

(2) LGBTİ+’lar suçlu veya günahkâr ilan edilip hedef gösterilmekte; 

(3) Toplumsal cinsiyet eşitliği ve queer/feminist hareketler “dış mihrak” veya “kültürel emperyalizm” damgasıyla itibarsızlaştırılmaktadır.

Birçok Müslüman çoğunluklu ülkede yasal düzenlemeler ve devlet politikaları, toplumsal cinsiyet karşıtı perspektifle şekillendirilmiştir. Örneğin İran ve Suudi Arabistan gibi teokratik rejimlerde şeriat hükümleri doğrudan uygulanmakta; kadının şahitliği, mirası, velayeti gibi konularda kadın-erkek eşitsizliği yasa düzeyinde sabitlenmekte; kadınların giyim kuşamından seyahat özgürlüğüne kadar pek çok alan din referanslı kanunlarla denetim altında tutulmaktadır. İran’da kadınlar başörtüsü takmadıkları için ahlak polisinin şiddetine maruz kalabilmekte, hatta Jina Mahsa Amini örneğinde olduğu gibi yaşamlarını yitirebilmektedir. 

Suudi Arabistan’da son yıllarda kadınların araba kullanma izni gibi bazı reformlar yapılmışsa da erkek veliliği sistemi halen kadını erkeğin vesayetine tabi kılan temel toplumsal kurumdur. Her iki ülkede de eşcinsellik ağır suç olarak görülmekte, Suudi Arabistan’da ve İran’da şeriata göre eşcinsel ilişki iddiası ölüm cezasına kadar varan cezalara çarptırılabilmektedir. Pakistan ve Afganistan gibi ülkelerde de benzer şekilde eşcinsellik yasa dışı olup, kadınların aile içi konumunu güçlendiren (fiilen erkekleri koruyan) yasalar egemendir. Bu yasal çerçeveler, toplumsal cinsiyet karşıtlığını devlet şiddeti düzeyine taşıyarak kurumlaştırmaktadır.

Daha “ılımlı” veya seküler görünümlü rejimlerde de durum çok farklı değildir. Türkiye, Endonezya, Mısır, Tunus gibi ülkelerde açıkça şeriat uygulanmasa bile, muhafazakâr iktidarlar ve toplum kesimleri aileyi ve “yerli değerleri” koruma söylemi adı altında benzer anti-gender politikaları hayata geçirmektedir. Örneğin Endonezya anayasası seküler olsa da özellikle Açe gibi bölgelerde yerel şeriat hükümleri devreye sokularak zinanın, eşcinselliğin cezalandırıldığı uygulamalar görülmektedir. 2022’de çıkarılan ve üç yıl içerisinde yürürlüğe girmesi planlanan yeni Endonezya Ceza Kanunu, evlilik dışı cinsel ilişkileri yasaklamış ve LGBTİ+ karşıtı hükümlere zemin hazırlamıştır. Ülkede İslamcı-milliyetçi gruplar “cinsel sapkınlıkla mücadele” adı altında cinsellik eğitimine karşı kampanyalar yürütmektedir. Mısır’da yasalarda eşcinsellik açıkça suç olmasa da “ahlaka aykırı davranış” veya “fuhuş” gibi suçlamalarla LGBTİ+’lar hapsedilmektedir. Tunus ise Arap Baharı sonrası dönemde görece özgürlükçü bir anayasaya kavuşmasına rağmen, Ceza Kanunu’nun 230. maddesi eşcinsel ilişkiyi suç saymaya devam etmektedir; son yıllarda artan İslamcı siyasi baskı ile feminist ve LGBTİ+ aktivistler taciz ve davalarla yıldırılmaya çalışılmaktadır.

Türkiye, toplumsal cinsiyet karşıtlığının hem devlet söylemi hem de sivil toplum mobilizasyonu düzeyinde belirginleştiği kritik örneklerden biridir. AKP iktidarında özellikle son on yılda kadın ve LGBTİ+ haklarına yönelik ciddi gerilemeler yaşandı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 2021’de Türkiye’yi İstanbul Sözleşmesi’nden tek taraflı bir kararla çıkardı; iktidar yanlısı medya ve sivil toplum kuruluşları LGBTİ+’ları hedef alan mitingler düzenledi. Nihayet Erdoğan 2025 yılını resmen “Aile Yılı” ilan ederek hükümet politikalarını aile kurumunun “korunması ve güçlendirilmesi” hedefine angaje etti. Bu kapsamda Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, “geleneksel aile değerlerini yüceltme” adı altında cinsiyet eşitliği eğitimlerini müfredattan çıkarmakta, sivil toplum fonlarını sadece muhafazakâr derneklere tahsis etmekte ve LGBTİ+ karşıtı kampanyalara devlet desteği vermektedir. Örneğin, Diyanet İşleri Başkanlığı uzun süredir hutbelerinde ve yayınlarında LGBTİ+’ları sapkınlıkla suçlayan ifadeler kullanıyor; DİB Başkanı Ali Erbaş 2020’de verdiği bir cuma hutbesinde HIV/AIDS konusundan bahsederken eşcinselliği lanetleyerek büyük tepki toplamış, ancak hükümet Erbaş’ı savunup bu söylemi eleştiren baroları hedef almıştır. Türkiye örneği, laik bir hukuk sistemi olmasına rağmen, siyasi iktidarın toplumsal cinsiyet karşıtı hegemonya kurmak için dinî kurumları ve medya aygıtlarını nasıl seferber ettiğini göstermektedir. 2021’de İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme sürecinde iktidar bloğu, Polonya ve Macaristan gibi ülkelerde görülen argümanların benzerini kullanarak sözleşmeyi “Türk aile yapısına aykırı ve eşcinselliği teşvik ediyor” diye yaftalamıştır. Bu durum, anti-gender retoriğin ulusötesi dolaşımına da işaret etmektedir.

Yukarıda değinilen ülke örnekleri (Türkiye, İran, Suudi Arabistan, Endonezya, Mısır, Tunus, Pakistan), farklı tarihsel ve toplumsal zeminlere sahip olsalar da toplumsal cinsiyet karşıtlığında ortak bazı stratejilere başvurmaktadır. Özetlemek gerekirse:

 1. Kadınlar için “fıtrî” rollerin yüceltilmesi: Kadın, İslamcı ve muhafazakâr söylemde öncelikle anne ve eş rolüyle tanımlanır. “Ailenin kalesi” olarak görülen kadının asli görevi çocuk doğurmak ve yetiştirmektir; bu rolün dışına çıkan (örneğin kariyer yapmak isteyen, boşanmak isteyen, politik alanda görünürlük talep eden) kadınlar hedef haline getirilir. Kadının bedeni ve davranışı kamusal denetime açılır; kürtaj yasakları, kız çocuklarına yönelik eğitimde ayrımcılık, erken yaşta evliliklerin teşviki gibi politikalar meşrulaştırılır.

 2. LGBTİ+ varoluşun şeytanîleştirilmesi: Eşcinsellik ve trans kimlikler, hemen her İslam ülkesinde ya yasa dışı ilan edilerek cezalandırılır ya da en azından toplum nezdinde “ahlaki çöküşün sembolü” olarak damgalanır. İktidar yanlısı medya ve dinî otoriteler, LGBTİ+’ları toplumsal bir tehdit gibi sunar; bu gruplara karşı nefret söylemi cezasız bırakılır ve hatta teşvik edilir. Sonuç olarak LGBTİ+ vatandaşlar görünmezliğe itilir, ayrımcılık ve şiddete açık hale gelir.

 3. Anti-emperyalist söylemin istismarı: Toplumsal cinsiyet eşitliği talepleri ve feminist/queer hareketler, sıkça “Batı’nın kültürel emperyalizmi” olarak itham edilir. Bu söyleme göre feminizm, LGBTİ+ hakları veya toplumsal cinsiyet kavramı “dış güçlerin” Müslüman toplumları içeriden çökertmek için kullandığı bir tuzaktır. Dolayısıyla kadın hakları savunucuları ve LGBTİ+ aktivistler “milli değerlere düşman” gibi gösterilerek kriminalize edilir; hak mücadelesi verenler yabancı fon ajanlığıyla suçlanır. Bu strateji, gerçek bir karşıt görüş geliştirmek yerine hamasi bir komplo diliyle toplumsal muhalefeti bastırma amacı güder.

Bu ortak hatlar, İslam dünyasında toplumsal cinsiyet karşıtlığının sadece din kaynaklı bir tutum olmadığını, modern iktidar teknikleriyle harmanlanmış bir hegemonik proje olduğunu gösteriyor. Devletin yasal ve polisiye araçları (ör. sansür, ceza davaları, yasaklar) ile sivil toplumda üretilen kültürel normlar (ör. aile değerleri, mahalle baskısı, dinî telkin) iç içe geçerek kadın ve LGBTİ+ karşıtı bir düzeni sürekli kılıyor. Böylece dikey düzlemde devlet eliyle, yatay düzlemde toplum ve aile eliyle uygulanan bir çifte denetim mekanizması, söz konusu kesimleri ikinci sınıf konumda tutuyor.

Küresel bağlam ve anti-gender hareketlerin ittifakları

Toplumsal cinsiyet karşıtı hareketler, sadece İslam ülkelerine özgü olmayıp son yıllarda Avrupa’dan Latin Amerika’ya geniş bir coğrafyada yükselişe geçmiş durumdadır. Bu hareketler farklı kültürel bağlamlarda ortaya çıksalar da benzer söylemleri ve stratejileri paylaşmaktadır. “Gender ideolojisine hayır” sloganı Polonya’daki Katolik muhafazakârlarla Lübnan’daki İslamcıları, Brezilya’daki Evanjelik sağ ile Endonezya’daki ulema çevrelerini ortak bir cephede buluşturabilmektedir. Dolayısıyla anti-gender hareketler giderek uluslararası bir ağ görünümü sergilemektedir. Bu ağ, Vatikan ve diğer ultra-muhafazakâr Hristiyan gruplardan Rusya ve Doğu Avrupa’daki sağ-popülist/neo-faşist rejimlere, oradan da İslam İşbirliği Teşkilatı üyesi ülkelere uzanan geniş bir koalisyon gibidir. Birleşmiş Milletler ve Avrupa Konseyi gibi platformlarda kadın ve LGBTİ+ haklarına karşı çıkan bloklarda, çoğu zaman Rusya, Polonya, Macaristan gibi Hristiyan muhafazakâr devletlerle Pakistan, Malezya gibi İslam ülkelerini yan yana görmek mümkündür. Hepsi, farklı gerekçelerle de olsa, “geleneksel aile değerleri”ni koruma söylemi altında ittifak kurabilmektedir.

İslamcı toplumsal cinsiyet karşıtlığı ile küresel ölçekteki anti-gender ideolojisi arasında özellikle üç ortak nokta dikkat çeker: Birincisi, her ikisi de kadın özgürlüğü ve LGBTİ+ görünürlüğünü toplumsal düzene yönelik bir tehdit olarak kodlamaktadır. İkincisi, çocukların cinsel eğitimine ve toplumsal cinsiyet eşitliği programlarına itiraz ederek, bunları “ahlâkî bozulma projesi” şeklinde lanse etmektedirler. Üçüncüsü ise, söylemlerinde sık sık komplo imaları görülür; örneğin “küresel LGBT lobisi”, “nüfusu azaltma planı”, “kültürel Marksizm” gibi teoriler hem sağ popülist liderlerin hem de radikal dinî vaizlerin dilinde dolaşır. Bu konular etrafında üretilen panik, farklı ülkelerdeki aktörleri aynı simgesel düşmana karşı mücadele ediyormuşçasına birleştirir.

İslamcı bağlam özelinde, anti-feminist ve anti-queer siyasetin bazı ek işlevleri vardır. Günümüz İslamcılığında kadın düşmanlığı, bizzat İslamcı ideolojiyi yeniden canlandırmanın bir aracı haline gelmiştir. Antifeminist politikalar, İslami ortodoksiyi güncelleyerek “cinsiyet eşitliği yerine fıtrat” söylemini öne çıkarır (örneğin “kadın-erkek eşitliği Allah’ın düzenine aykırı, önemli olan eşdeğerliliktir” argümanı). Toplumsal cinsiyet normlarını kırmaya çalışan feminist kazanımlara karşı, “cinsiyetlerin birbirini tamamladığı” iddiasını değer olarak sunar. Kadına yönelik şiddet gibi sorunlarda fail erkekleri cezalandırmak yerine onları “iyi birer eş ve baba olmaya davet etme” yaklaşımı sergiler. Bu üç örnek, İslamcı ideolojinin antifeminist bir hat üzerinden kendini yeniden ürettiğini göstermektedir: Kadının özgürleşmesini reddederek geleneksel rolleri “doğallaştırmak”, modern patriyarkanın dini kisveyle tahkim edilmesidir. Bu nedenle, bugünün anti-cinsiyet söylemi İslam dünyasında sadece kadın hareketine karşı değil, aynı zamanda farklı bir İslam yorumuna karşı verilen bir mücadeledir. Kimi İslam yorumcularının kadın-erkek eşitliğini ve LGBTİ+ haklarını İslami değerlerle bağdaştırma çabaları (örneğin feminist teologlar veya ilahiyatçılar) bu hegemonik söylem tarafından bastırılmakta, bu sesler “dine aykırı sapmalar” olarak damgalanmaktadır.

Karşı-hegemonik direniş ve alternatif söylemler

İslam ülkelerinde tablo ilk bakışta karanlık görünse de, toplumsal cinsiyet karşıtı rejimlere karşı farklı biçimlerde direnişler filizlenmektedir. Her şeyden önce feminist ve queer hareketler, son derece zor koşullar altında dahi varlığını sürdürme mücadelesi veriyor. İran’da 2022’de Jîna Mahsa Amini’nin öldürülmesinin ardından patlak veren “Jin, Jiyan, Azadî” (Kadın, Yaşam, Özgürlük) protestoları, kadınların liderlik ettiği tarihi bir isyan dalgası niteliği kazanmıştır. Bu eylemler, zorunlu tesettüre ve genel olarak molla rejiminin kadın bedenini kontrol altına alan politikalarına karşı büyük bir sivil itaatsizlik örneği sundu. Genç kuşak İranlı kadınlar ve erkekler, rejimin ağır baskısına rağmen sokakları terk etmeyerek dünya kamuoyunda da yankı uyandırdılar. Lübnan’da queer sanat kolektifleri ve LGBTİ+ örgütleri, mezhepçi ve muhafazakâr toplumsal baskıya rağmen kamusal alanda görünür olmanın yaratıcı yollarını buluyor; sergiler, performanslar ve çevrimiçi kampanyalar yoluyla varoluşlarını ortaya koyuyorlar. Mısır’da aktivistler dijital medya üzerinden ifşa kampanyaları düzenleyerek, toplumdaki cinsel saldırganları ve ayrımcı uygulamaları teşhir ediyorlar; böylece resmi kanallar kapalı olsa bile çevrimiçi alanları bir mücadele sahasına dönüştürüyorlar. Endonezya’da genç feministler ve LGBTİ+’lar, muhafazakâr toplumsal normlara karşı eğitim girişimleri ve atölyeler düzenliyor; üniversitelerde, sivil toplum kuruluşlarında cinsiyet eşitliği konusunda bilinç yükseltmeye çalışıyorlar. Pakistan’da trans aktivistler, 2018’de yasal olarak üçüncü cinsiyetin tanınmasını sağlayan önemli bir yasayı çıkartmayı başardılar; her ne kadar bu yasa sonradan muhafazakâr çevrelerce engellenmeye çalışılsa da transların görünürlüğü ve hak bilinci artmış durumda.

Türkiye ise feminist ve queer direnişin en canlı göründüğü ülkelerden biri olmayı sürdürüyor. 2010’larda kazanılan ivmeyle İstanbul gibi büyük şehirlerde on binlerin katıldığı 8 Mart Feminist Gece Yürüyüşleri ve Onur Yürüyüşleri yapıldı. Son yıllarda bu yürüyüşler yasaklansa da feministler ve LGBTİ+’lar sokakları terk etmiyor; polis müdahalelerine rağmen her yıl sembolik de olsa eylemlerini gerçekleştiriyorlar. 2021 yılında Türkiye, İstanbul Sözleşmesi’nden Cumhurbaşkanlığı kararıyla tek taraflı biçimde çekildi. Bu karar, yalnızca kadınların şiddetten korunma hakkını zayıflatmakla kalmadı; aynı zamanda LGBTİ+ karşıtı söylemlerin kurumsal meşruiyet kazanmasının önünü açtı. İktidar yanlısı medya organları LGBTİ+’ları sistematik biçimde hedef haline getirirken, hükümete yakın sivil toplum kuruluşları ‘Büyük Aile Buluşmaları’ adı altında nefret yürüyüşleri organize etti. Bu yürüyüşler, LGBTİ+ varoluşunu ‘aileye tehdit’ olarak kodlayan toplumsal cinsiyet karşıtı ideolojinin devlet destekli bir kampanyaya dönüştürülmesinin örneklerinden biri oldu. Her ne kadar toplumun geniş kesimlerinden güçlü bir karşılık bulamasa da bu söylem iktidarın kültürel hegemonya kurma çabasının bir parçası olarak yaygınlaştırıldı. 

İstanbul Sözleşmesi’nin feshedilmesine karşı 2021 yılında kadın örgütleri ülke çapında protestolar düzenledi ve hukuk mücadelesi yürüttü. Üniversite gençliği özellikle Boğaziçi Üniversitesi ve ODTÜ’de LGBTİ+ bayrakları taşıyarak ayrımcılığa ve hak gasplarına karşı sesini yükseltti. Başta Kaos GL olmak üzere LGBTİ+ örgütleri hukuki zeminde mücadeleyi sürdürürken, sosyal medyada #LGBTİ+HaklarıİnsanHaklarıdır gibi etiketlerle dayanışma kampanyaları örgütlendi. Tüm bu eylem ve kampanyalar, iktidarın baskıcı söylemine rağmen Türkiye’de toplumun önemli bir kesiminin karşı-hegemonik bir direniş hattı ördüğünü göstermektedir.

Direniş pratikleri sadece sokak gösterileri veya kampanyalarla sınırlı değil. Aynı zamanda entelektüel ve teolojik düzeyde de önemli mücadeleler veriliyor. İslam dünyasında bazı ilahiyatçılar ve düşünürler, Kur’an ve hadislerin patriyarkal yorumlarına eleştirel yaklaşıp, daha eşitlikçi bir İslami söylem geliştirmeye çalışıyor. Örneğin feminist teolog Amina Wadud, Kur’an’ı cinsiyet adaletini destekleyen bir yaklaşımla yorumlayarak kadınların camide imamlık yapabileceğini savundu ve fiilen karma bir cuma namazı kıldırdı. Malezya’da kurulan Musawah gibi uluslararası girişimler, İslam’da kadınların konumuna dair alternatif yorumlar üreterek şeriatın reforme edilmesi çağrıları yapıyor. Benzer şekilde, bazı queer Müslümanlar da kendi deneyimlerini İslam ile bağdaştırmanın yollarını arıyor; İngiltere’deki Inclusive Mosque Initiative gibi hareketler LGBTİ+ dostu ibadethane pratikleri geliştiriyor. Bu çabalar, “İslam kadın veya LGBTİ+ düşmanıdır” şeklindeki genelleyici yaklaşıma karşı, “Hangi İslam? Kimin yorumu?” sorularını sormamızı sağlıyor. İslam tarihi ve kültürü içinde de kadınların ve farklı cinsel yönelimlerin varlığını onaylayan, tasavvuf başta olmak üzere daha kapsayıcı damarların mevcut olduğu hatırlanmalıdır. Ne var ki günümüzün baskın İslamcı iktidarları, bu alternatif yorumları bastırmakta ve tek bir dogmatik bakışı hegemonik kılmaktadır.

Sonuç

İslam ülkelerinde toplumsal cinsiyet karşıtlığı olgusunu anlamak, onu salt dini metinlere veya geleneksel kültüre indirgemeden, modern hegemonya ilişkileri içinde kavramayı gerektirir. Ataerkil İslami yorumlar, ulus-devletlerin milliyetçi ve muhafazakâr politikaları ile birleşerek, kadınları kamusal alandan dışlayan ve LGBTİ+’ları yok sayan/yok eden bir cinsiyet rejimi ortaya çıkarmıştır. Bu rejim, bir yandan yasal ve fiziki baskı araçlarıyla, diğer yandan ideolojik rıza üretimiyle sürdürülmektedir. Toplumsal cinsiyet karşıtlığı; aile, ahlak, din, milliyet gibi temalar üzerinden “doğal” ve “milli” sayılan bir ortak duyu yaratarak geniş kitlelerin rızasını almayı başarmıştır. Dolayısıyla sadece yukarıdan dayatılan bir zorbalık değil, aynı zamanda aşağıdan içselleştirilen bir muhafazakârlaşma söz konusudur.

Bu analiz bize, kadın özgürlüğü ve LGBTİ+ hakları mücadelesinin aslında çok cepheli bir karşı-hegemonik mücadele olduğunu da gösterir. Eşitlik ve özgürlük talepleri, bugün otoriterleşen rejimlerin ve aşırı muhafazakâr toplumsal güçlerin hedefindedir çünkü bu talepler yalnızca cinsiyet düzenini değil, aynı zamanda mevcut iktidar bloklarını sarsacak bir potansiyel taşır. Toplumsal cinsiyet karşıtlarına karşı mücadele etmek, sadece kadınlar veya LGBTİ+’lar için değil, daha demokratik, çoğulcu ve adil bir toplum ideali için de hayati önem arz etmektedir. İslam dünyasında bu mücadelenin başarısı hem yerel direniş ağlarının dayanıklılığına hem de küresel feminist/queer dayanışmanın gücüne bağlıdır. Unutulmamalıdır ki, hiçbir hegemonya tam değildir ve karşı-hegemonik direnç her zaman mümkündür. İslami gelenek içinde dahi özgürlükçü yorumlar filizlenebiliyorsa, bu da umut için bir gerekçedir. Son tahlilde mesele, İslam’ın veya Doğu’nun özcü bir şekilde kadın düşmanı olup olmadığını tartışmak değil; hangi yorumun, hangi iktidar ilişkileri içinde baskın kılındığını sorgulamaktır. Bu sorgulama, bize hem geçmişi hem bugünü anlamada hem de geleceğe dair daha eşitlikçi alternatifler inşa etmede yol gösterecektir.

KAYNAKÇA

ALİ, Kecia (2015) Cinsel Ahlâk ve İslâm, (çev: Adnan Bülent Baloğlu), İletişim Yayınları.

AHMED, Leila (2021) Women and Gender in Islam: Historical Roots of a Modern Debate, Yale University Press, Veritas paperbacks edition. 

BOURDIEU, Pierre (2014) Eril Tahakküm, (çev: Bediz Yılmaz), Bağlam Yayıncılık. 

BUTLER, Judith (2025) Kim Korkar Toplumsal Cinsiyetten?, (çev: Ezgi Sarıtaş), Metis Yayınları.

FALUDİ, Susan (2006) Backlash: The Undeclared War Against American Women, Three Rivers Press Edition. 

GRAFF, Agnieszka & KOROLCZUK, Elżbieta (2022) Anti-Gender Politics in the Populist Moment, Routledge. 

GRAMSCİ, Antonio (2014) Hapishane Defterleri, (çev: Adnan Cemgil), Belge Yayınları. 

HABIB, Samar (2010) (Ed.)  Islam and Homosexuality, Praeger.

JOHANNEMANN, Hendrik (2025) Opposing Desires: The Contentious Politics of the South Korean Anti-LGBT Movement, (Social Movement and Protest, 17), Bielefeld: transcript.https://doi.org/10.14361/9783839477069

KUHAR, Roman & PATERNOTTE, David (Ed.) (2017) Anti-Gender Campaigns in Europe: Mobilizing Against Equality. Rowman & Littlefield.

MAHMOOD, Saba (2022) Dindarlığın Siyaseti: İslami Uyanış ve Feminist Özne, (çev: Aslı Altınışık), Islık Yayınları. 

Kaos GL dergisine abone olun

Bu yazı ilk olarak Kaos GL Dergisinin Toplumsal Cinsiyet Karşıtlığı dosya konulu 204. ve 205. sayısında yayınlanmıştır.

Abone olmak veya tek sayı satın almak için tıklayın.

*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazı ve çizimlerden yazarları ve çizerleri sorumludur. Yazının ya da çizginin KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki veya çizimlerdeki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.

 


Etiketler: insan hakları, kadın, nefret suçları, aile, din/inanç, siyaset, cinsellik, dünyadan, özel haber, araştırma, inceleme, yorum, heteroseksizm, trans, ikili cinsiyet sistemi, lgbti, ifade özgürlüğü, eşcinsellik, lezbiyen, gey, biseksüel, interseks
İstihdam