08/12/2025 | Yazar: Remzi Altunpolat

Remzi Altunpolat, Nesrin Orun'un ilk kitabı Sarsılmışlar Bahçesi'nde Şenlik üzerine yazdı: Hayatı olay olay, kişi kişi değil, sözcük sözcük düşünen, irdeleyen, sözcüklerle, dil ile düşünen, hem de derin düşünen bir yazar karşımızdaki, belli.

Sarsılmışlar Bahçesi’nde Şenlik: Mümkün dünyaların en kötüsünde yaşıyor olabilir miyiz? Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Kitap kapağı: Rebuar Rezzak İlge

Sarsılmışlar Bahçesi’nde Şenlik Nesrin Orun’un ilk kitabı. Ekim ayında yayımlanan ve on dört öyküden oluşan kitabın kendi mecrasında nasıl yol alacağı okuyan herkesin merak edeceği bir soru. Zira Edebiyat Haber’de yayımlanan yazıda da denildiği gibi “ilk kitabı olmasına rağmen yıllardır edebiyatla, öyküyle ilgilenen, çeşitli ödülleri olan bir yazar. Öykülerin kurgusundan, özenli, yalın, akıcı ve son derece zengin dilinden yetkin bir kalem olduğu belli.”

Kitabın ilk öyküsünden itibaren, galiba sıradan bir yazar ve sıradan bir kitapla karşı karşıya değilim hissi yol kat ettikçe kesinliğe varıyor. Yazar ne dilde ne de öykülerde kolaya kaçmamış. Akıcı, rahat okunsa da kolay öyküler değil, kolay bir dil de değil. Anlaması da sindirmesi de biraz gayret gerektiriyor. Yazarken özen gösterilmiş dil, sıradan bir sözcüğe yüklenmiş yoğun imgeler okurken de bir o kadar özen istiyor. Çoğu öyküyü bir kez okumak yetmiyor, katman katman, her sözcük ince ince düşünülmekle kalınmamış bazen törpülenmiş, yükünden arındırılmış bazen de sıradan bir sözcük onlarca anlam yüküyle eziliyor, çoğalıyor, müphemleşip asıl özne olabiliyor. Çoğu öyküde sözcükler insan, insanlar sözcük.  Hayatı olay olay, kişi kişi değil, sözcük sözcük düşünen, irdeleyen, sözcüklerle, dil ile düşünen, hem de derin düşünen bir yazar karşımızdaki, belli.

Okuduğunuz öykü, ama sadece öykü mü diye düşündüm bitirdiğim her öyküde, bir yönüyle biraz uzun, katmanlı bir şiir, diğer yönüyle biraz kısa, imgelerin ağırlığıyla hafiflemiş bir roman. Yoğunluk dediğimiz mesele ve sanki biraz daha ötesi.

Aynı yazıda “Her öyküde farklı bir kurgu farklı bir dil yaratan yazarın, felsefe, psikanaliz, toplumsal cinsiyet okumalarını öykülerin görünmeyen zeminleri olarak kurgularken edebiyat üzerine, edebiyatın sınırları üzerine düşünen ve bu sınırları zorlayan bir kalem olduğu dikkatli okuyucuların gözünden kaçmayacaktır,” denilmiş. Gözden kaçmaması için öyküleri bir kere okumak yetmiyor bazen, okuya okuya, düşüne düşüne o zeminde ayaklarınızı iyice hissediyorsunuz. Yazarken özen gösterilmiş dil okurken de bir o kadar özen ve dikkat istiyor çünkü. Bir sonraki öyküye geçerken aklınız hâlâ önceki öyküde kalıyor, orada atladığım, çözemediğim ne var. Geri çağırıyor çoğu, bir daha okunmayı talep ediyor. Ya da siz doymamışsınızdır, henüz onu sindirmemişsinizdir. Belki de henüz tam anlamamışsınızdır o yüzden yakanızı bırakmıyor. Kolaydan sakınmış, kolaya kaçmayı ret etmiş, isteneni çabucak vermemiş, kitabı bıraktığında da yakandan düşmemiş öyküler. O yüzden tek seferde, düz şekilde okuyup geçilecek türden değil. Dili, kurgusu, çok katmanlı yapısı ve duygusuyla selam verip geçeceğin bir rastlaşma değil oturup konuşacağın, derin derin tartışacağın bir karşılaşma gibi.  Kitabın “sarsıcı” yanlarından biri, sarsılmışların, sarsılmışlıkların öyküsü ama sadece onların değil sana, okuyana da cesur bir çağrı çünkü.

Sarsılmışlar, yani yaşamları derin ve şok edici bir deneyimle altüst olmuş, altüst edilmiş, bedel ödemiş bireyler

Kitabın ismi, uzun uzun düşündürüyor. Elbette tüm kitap ya da çoğu kitap ismi gibi rastgele seçilmemiş. Sarsılmışlar, yani yaşamları derin ve şok edici bir deneyimle altüst olmuş, altüst edilmiş, bedel ödemiş bireyler. Bir bakıma öznenin akışının, dönüşümünün, varoluşunun tümden altüst oluşu. Aklıma ilk gelen, ülkemizde pek bilinmeyen Çek filozof Jan Patočka’nın "sarsılmışları.” Patočka’nın felsefesinin temeli olan kriz, kriz düşüncesinin önemli kavramlarından olan Sarsılmışların Dayanışması. Elbette burada konumuz Patočka, onun felsefesi, öncüsü ve etkilendiği kişiler Husserl ve Heidegger değil. Kitabın, metnin bütününde “görünmez kılınan zemin”lerden biri olarak Heidegger, Heidegger’le birlikte krizin mahiyet değiştirmesi, krizde olan/sarsılan’ın dünyası da belki başka bir yazının konusu olabilir. Fakat burada öyküler arasında selam çaksa da Oğuz Atay ya da Samuel Beckett’ın “Tutunamayanlar”ından ziyade Patočka’nın "sarsılmışları,” Heidegger’in bedenleşmiş biraz da tersinden, derinleşmiş krizleridir.

Sarsılmışların, sarsıldıktan sonra kendilerinin de farkına vardığı, bazen, varlık eşittir “hiçbir şey değil," dediği nokta. Bu bir tespit, ama öyküler esas olarak birer sorudur metinde; sarsılan insan yoluna değil, yola nasıl devam eder. Zira yolunu kaybetmiş, onun olabilecek bir yol kalmamıştır. Fakat hayat dediğimiz bir yol ise yeri, yönü, gidişi nereyedir bu kriz halinde, sarsılıp susmuş olanın? Bir yol kalmış mıdır? Patočka’da sarsılmışların dayanışması var, dayanışma esastır, burada ise çöle dönmüş bahçede kırılmış umutlar, kırılmış hevesler, kırılgan bedenler çare arar, dertlerine değil, bu yolda birkaç adım atabilecekleri bir mecal için. Yürümekten ziyade düşünmekten o kadar yorgun düşmüşlerdir ki denemeye takati kalmamış olanların, çareler tükendiğinde, çareler anlamsızlaştığında, kitabın arka kapağında yer alan cümleyle “hayatın köşelerine çarptıkça gelmeyecek çareye küsüp bir kenara çekilip susanların” hikayesidir. Bir köşeye çekilip susan varlık artık hiçbir şey mi istemez?

Patočka’da Sarsılmışlar, bir şeyi paylaşmazlar, onları bir araya getiren şey bizzat sarsılma deneyimidir. Nesrin Orun, ayrı teller, apayrı, birbirine asla denk/rast gelemeyecek hayatları, ortak zeminleri sarsılmışlık olanları dayanışma değil şenlik kavramı üzerinden bir araya getirmiş ve bu şenlik, bir köşeye çekilip susan, sıkışıp kalan varlık artık hiçbir şey mi istemez sorusunun etik cevabını araştırır: İster. Görülmek ister, duyulmak, hikayesinin bilinmesini, yarasının, acısının, yasının derinliğinin bilinmesini ister. “Dünyada yalnızca kendi sesiyle yapayalnız kalmış” olan gömüldüğü sessizlikte sesinin duyulmasını ister. Bu yüzden umut da vardır, dayanışma da. Çöle dönmüş bahçede sarsılmışlar, Orun’un imgelerle yüklü dilinde bir derviş sakinliğiyle anlatır, ama daha ziyade dinler.

“Yorgun, yıpranmış, tanıdık gözleri gözlerimde. Birbirinden intikam almış, kaybedilmiş tüm savaşların kederli huzurunu taşıyan bakışlarımız iç içe geçiyor.

“Vazgeç, benden sana bir hikâye çıkmaz,” diyor.”[1]

Böyle diyen kahramanların elini tutmaktan vazgeçmiyor yazar, hikayesiz insan olmaz diyor. Kitapta en sevdiğim, iki defa üst üste okuduğum, okumak zorunda kaldığım öykülerden biri olan, Deleuzeyen bir hayvanoluş zeminli Koyu Nakışlar’da, “Aşağılanmış bir ömür, hadım edilmiş bir erkek gibidir,” derdi dedem. Benimki hadım edilmiş, sonuna kadar burulmuş bir ömürdü.” diyen, kenara çekilip susmuş, bir tür ölüm halindeki kahramanın yani sarsıntının ruhunu çekip aldığı insanın sarsıntıdan arta kalan bir enkaz mı olacağı yoksa sarsıntıyı bir başkaldırı zemini olarak mı kuracağı sorusu. Bir nevi özgürlüğün içsel dramı, bir yol, bir çıkış bulabilir mi diye düşünürken “Bu buruk ömürde yaşadım demem için öldürmem gerekti.” “Bir hikâyede tek mağdur olmamalı” diyerek okuyucuyu öykünün ilk kısmında ayrı ikinci kısmında ayrı afallatacak hamlelerle kaderinin başkaları tarafından yazılmasına son verip yıkıcı bir kader yazma işine girişmesi. Her şeye, tüm yitirişlere rağmen kişinin kendine olan saygısını yitirmemesi.

Bundan büyük şenlik mi olur? Felsefenin edebiyata kapı aralaması ya da edebiyatın felsefeye meydan okuması. Girişte değindiğim öykülerin zemin bulduğu alan biraz da bu. Tıpkı Freud’un “ne zaman insan ruhunun derinliklerine inmeye çalışsam oraya benden önce varmış bir şair, yazar mutlaka var,” dediği nokta. Yazar oradan, ruhun derinliklerinden, yaralanmış, sarsılmış ruhun derinliklerinden örüyor felsefesini, öykülerini.

Yaralanmışlığın, sarsıntıların kölesi olmaktan kaçınılabilir mi, hiç mi umut yoktur? Belki herkesin değil ama bazılarının dünyadaki kendi varlıkları çekmeleri gereken bir çile midir? Sadece çile midir? Sarsılmaktan yorgun düşenlerin, kalabalık içinde mutlak biçimde yalnızlaşanların, yalnızlaştırılanların, kendi yaslarıyla, kendi acılarıyla, yorgun ruhlarına rağmen Patočka’da olduğu gibi; Özgürlük mücadele bittikten sonra başlamaz, aksine onun yeri bizzat mücadelededir dediği yerde, sarsılmışlığın, kırılganlığın sadece öznel bir betimleme değil mücadele için harekete geçirici bir güç olarak da devreye girmesi. “Hayat işte! İnsana ne yaptırıyor görüyorsun, yapması gerekeni de yaptırması gerekeni de eninde sonunda getiriyor başa,”[2] diyor aynı kahraman. Ama onun öyküsünün de bir çift göze ihtiyacı vardır ve belki de asıl olay asıl kahraman “yaratılan” bu bir çift gözdür. Görecek bir çift göz yoksa, bu bir çift göz varlık yokluk meselesiyse ve yoksa, yoktan var edilir. Bu bir çift göz var mıdır, yok mudur, yoktan mı var edilmiştir, hiç olmuş mudur, kime inanalım? “İmgelerin gücüne inanın” der gibi muzip muzip gülüyordur yazar. “Sözcüklerin gücüne.” Ölmüş kelimeleri bulup çıkarmayı dert edindiği gibi ölmüş ruhları, ölmüş-öldüğü varsayılmış duyguları çıkardığı gibi.

Keza, Yol Dediğin Geçmişindir, kısacak bir öykü, içinde devinip duruyorsunuz, nereye varacak? Bir yere varmıyor. Sonra anlıyorsunuz ki aslında öykü vardığı yerde. Önemli bir paragrafın altında, önemsiz bir sözcük, paragraftan bağımsız gibi; “Bulunamıyorum.” Bu sözcük neden burada. Öykü bitince ne olduğuna dair az çok bir fikriniz var ama emin olmak istiyorsunuz, neler olduğunu bulmak istiyorsunuz. O “bulunamıyorum” neden orada sorusu rahat bırakmıyor, yetkin bir kalem, o sözcüğü orada unutmuş olamaz! Tekrar oraya gidip bakıyorsunuz, esas kilit oymuş meğer. İç acıtan öyküde, okuyucuya rehberlik etsin diye konulmuş bu sözcük, bulunamayan bulunsun diye orada. Öykü son derece ağır olmasına rağmen bitirince kitabı kapatıp gülümsemekle yetindim. Dil. Dil ile oynayan dilin kendisiyle oynamasına, yormasına izin veren bir yazar. Hem de hiç basit oyunlarla değil.

Diğer tüm öyküler de “hiçbir acı birbirine denk değil,” diyen yazarın birbirine denk gelmeyecek acılarda ve denk gelmeyecek hayatlarda sarsılmışların birbirlerinin sorumluluğunu alması, birbirleri için mücadele etmesi, dayanışması, birer sarsılmış olarak okurla, bir çift gözle sıradan bir dayanışma değil, okurun tüm zihinsel melekelerini talep eden cesur bir karşılaşma talebi de aynı zamanda. “Öfkeli misiniz? sorusuna, yenilginin kabullenişiyle, aynı derviş sakinliğiyle “derinlerde bir yerde,” diye cevap veriyor. Kitabın bütününü düşündüğümde sanırım ana motorlarından biri de bu, içsel drama rağmen, derinlerde bir yerde yatan öfke ve sordurtuyor yazar; “öfke, umut olabilir mi ve umut umut diye tutturduğumuz şeyin mahiyeti nedir?

“Ya rabbü’l-âlemin, omuzumu tutup kulağıma soktu dudaklarını, Allah bilir ya, elim kolum boşaldı o an, bu beni ısıracak dedim. Ağzında kanlı kulağımı beklerken, ‘Hayatta tutunacak dalı olmayanın bahçesinde kendini taşıyacak bir dalının olması iyi olur,’ dedi. Öyle dedi gerçekten, öğüt verircesine. İyice dondum. ‘Yabani değil, o dalın adı Payani.’ O dal ki çivi dizili tahtada yatma cezasına dönüşen hayata, kendi isteğinle son verebileceğine dair bir güven, bir umutmuş. Dişe gelen hayata karşı mecalin kalmışsa kalan tek dişinle kendini ısırıp koparabilmekmiş. O dal ki bir ömrün hatimesi olmak için bu kadar yükselmiş. Bir ninni, bir dua gibi, usul usul fısıldadı bu zehri zor duyan kulaklarıma.” [3]

Cioran’ın intihar fikri olmasaydı çoktan intihar ederdim sözünü hatırlatan; umudun biri yaşamaksa diğeri ölüm. “Bu ölüm olmayan ölüm nasıl anlatılır” diye soruyor da yazar, yardım istercesine. Tutunacak ve taşıyacak dal arasında ince çizgide, intihar ve ölüm fikri intihar ve ölüme karşı bir umut olabilir mi? Bu kadar umutsuzlaşanların yaşamak için bazen tutundukları tel dal çünkü.  

Bildiğimiz sınırların ötesine geçmeye çalışan bir kalem

Felsefeyle ve hatta ciddi biçimde psikanaliz ile komşu olan bir yazar karşımızdaki. Bilge Karasu, İhsan Oktay Anar, Ayhan Geçgin, Kerem Eksen gibi ülkemizdeki “felsefeci yazarları” düşünüyorum. Büyük yazarlar bunlar. Bu büyük yazarlarla da komşu olan bir yazar aynı zamanda. Bu sefer bir kadın, belki biraz daha sert biraz daha öfkeli ama sakin, çok sakin bir kadın yazar var karşımızda. Büyük yazarlarla kıyaslama değil asla. Ama kesinlikle şunu söyleyebilirim; uzun zamandır okuduklarım arasında bir yandan şaşırtacak biçimdeki sade dilin öte yandan düz yazıdaki şiirsel dilin en iyi örneklerinden. Metinlerinde, dilinde görmezden gelinemeyecek, bu ve nice büyük yazara çok mesai harcadığı, iyi bir okuyucunun da ayak izleri var da ondan. Bilge Karasu’nun “Kendini duymak, sınamak, istediğini yapmaya gücü yetebileceğini anlamak için güç yoldan gitmek, iyidir, gereklidir.” Sözünü bilen ve güç yolu seçen bir kalem. Sadece yazar ve kalemi değil kahramanları da öyle. Sanat Kritik’ye yayımlanan başka bir yazıda, “aşkı, acıyı, sevgiyi kanon dışına çıkarak anlatan bir yazar” minvalinde bir tespit vardı. Sadece aşkı, sevgiyi, acıyı değil sarsılmışlığı, yaralanabilirliği, acı yoldaşlığını asla mizah, ironi değil ama Platon’un Şölen’indekine benzer bu sefer bir şenlikte buluşur gibi önümüze sermiyor da yüzümüze çarpıyor. Kırılmışlığı, kırılganlığı dil'in yapısını kırmaya ve bu sayede bildiğimiz sınırların ötesine geçmeye çalışan bir kalem. Elbette böyle bir kalem, böylesi bir metin zaman geçireyim, bir şeyler okumuş olayım ve benzeri saiklerle okunabilecek bir metin, bir yazar değil. Dünyada kendi sesiyle yapayalnız kalanların, paylarına mümkün dünyaların en kötüsü düşmüş olanların çığlığından öte çağrısı; hiçbirimiz sabit zeminde değiliz, kırılgan ve ötesinde sarsıcı zeminlerdeyiz. Ortak noktamız bu zemin, gelin her şeyi en baştan tekrar düşünelim çağrısı.

Kitaptaki en sarsıcı öykülerden biri adıyla tezat Sevgi. Aile. Sarsılmış çocuklar nasıl devam eder, bu sarsılmışlığı çocuk halleri çocuk dilleriyle nasıl anlatır? Aynı zamanda ödül de almış bu öyküyü ruh halinin kısmen daha dayanıklı olduğu bir zamanda okumak gerekir. Hayır, tecavüz, istismar yok, bir çocukoluş evreni. Oluşun algılanamazlığına yoğunlaşılmış öyküde her şeyi anlayan ama başka türlü olmasını isteyen, böyle yorumlamakta ısrar eden çocuk, çocuklar. “Biliyorsun, baban en çok seni seviyor,” cümlesi özne burada, tek cümle, sarf edilene altı kardeşin kaderini yüklüyor.

“Biliyorsun, baban en çok seni seviyor, dedi.” Topal ablam ilk defa altına kaçırıyor.”[4]

Topal ablayla birlikte okuyanın da dizleri titriyor, bizler gibi çocuklar da biliyor buradaki “Sevgi’nin mahiyetini.

Kitaptaki her öykü ayrı ayrı ele alınabilir, her öykünün ayrı ayrı ele alınacağını, alınabileceğini düşünüyorum zaman içeresinde. Kitabın ismini taşıyan Sarsılmışlar Bahçesi’nde Şenlik; dil, kurgu ve teknik ayrı yerde, çıkmayan Yalnızlık Lekesi’ni taşıyanlar ayrı. Bir Evliliğin Karagüneşle İmtihanı aslında sarsılmışların Kristeva’nın karagüneş dediği depresyonla, melankoliyle çoğu zaman ana kaynak olan kabullenmemek, öğrenmemekte ısrarla imtihan ayrı yerde. Bu öykü, bu öykünün ismi neredeyse tüm öyküleri, öyküdekileri içeriyor, özetliyor: Geç öğrenmek bazen en büyük gecikmişliktir.

Son olarak, metnin bütünü, geçmişin bir gölge gibi peşini bırakmayanlar, hayatta gölge gibi yaşayanlar ve geleceklerine gölge düşmüşler, geleceği net değil gölgemsi görenler… Beckett’ın biraz hırçın dili burada sakin, bilinçli olarak sezdirilmeyen ama son derece politik bir dil, hem de sanat yaptığını, edebiyat yaptığını bir an olsun unutmayan pürüzsüz, yalın, öz ve oldukça zengin bir dil, bir düşünce. Yine Bilge Karasu’dan alıntıyla, “acıyı düşünmek yetmez. Acıyı duymanın yetmediği gibi. Hem düşünmek, hem duymak gerekir.” Sadece acı duymak değil acının üzerinde düşünmek gerek diyen yazarın kitaptaki son öyküsü Veda. Bir şiir, bir ağıt!

“Neden acısını geldiği yol kadar uzatmış?”

İnlemesi hecelere geliyor, soluğuma yardıma. Kararlı. Şefkatli. Masadaki iki gölgesi kemiğe bürünüyor. ‘Babalar çocuklarını onlardan daha iyi tanır,’ diyenin beklediği, bildiği cevabım can, cevabım güç, cevabım gurur. Bunlarla kımıldıyor. Cevabım doksan gün askı. Doksan gün falaka. Doksan gün elektrik. Doksan gün kerpeten. Doksan gün diş. Doksan gün tırnak. Doksan gün açlık. Öncesi ve sonrasını hesaplanamaz kılan, kafasını ortadan ikiye ayıran yarık, öğütülmüş sol bacakla sakatlanan bir ömre cevabım. Cevabım doksan gün tufanına dayanmış olana, olanlara. Vefa. Feda. Veda. Doksan gün ölümü çağırmış, gelmemiş. ‘Ölüm onlardan daha acımasızdı,’ demiş olana. Otuz yıl sonra ölüm döşeğinde hâlâ sızlanan yaralarına cevabım. Çocuklar da babalarını onlardan daha iyi tanır. Gözlerimiz kapalı gideceğiz.”[5]

Derin bir nefes alıyorsunuz kitabın akışında hiç beklemediğiniz bu öyküyle, tam veremeden kitabı bu cümlelerle kapatıyorsunuz, bir veda gibi. Usulca bıraktığınız yerde sizin için bir nesne olmaktan çıkıp bir metnin de ötesinde sırrınızı bilen, sırrını bildiğiniz çok yakın bir tanıdık artık. Kurmaca metinlerin bu kadar sarması, tuhaf. Ama işte sanatın, edebiyatın mucizesi de bu. Göz temasından kaçtığınız bakmadan duramadığınız, orada duran canlıoluş, zihninize kazınmış imgeler artık bu kitap.

Hele ki her gün çıkan sayısız esere rağmen çoraklaşmaya başlamış hem dil hem teknik hem de konu noktasında kısırlaşmaya başlamış, son zamanlarda çok fazla hatta neredeyse sadece yakın çevre ilişkilerini; eş, sevgili, anne, kız kardeş, nadiren dost veya sosyal çevresinden insanlarla olan sınırlı ilişkilerine, yani kendi “deneyimlerine” sıkıştığı, kabul edelim çok fazla kişisel gelişim etkileşimli metinlerden oluşan edebiyat/öykü dünyamızda bir nefes gibi geldi bana. Sarsılmışlar Bahçesi’nde Şenlik, klişelere, yalınlık, sadelik adı altındaki basitliğe sırt çevirmiş hatta rest çekmiş bir metin. Elbette insan ilişkileri ama bunları sert, kabuk tutması zor yaralarından tutarak, basit bir psikolojizm değil kırılmış olan nasıl devam eder, felaketlerden sağ çıkan (çıktığı farz edilenler) kendilerini bazen de yok ederek yaşayanlar, bedenlerine, kaderlerine işlenmiş felaketlerle ne yapar, hem de bir başına, diye sorarak, sorgulayarak da günümüz edebiyatına/öykücülüğüne nefes aldırmış bir metin. “Yazının yırtıldığı yer” diyerek kendince bir gedik, bir çıkış aradığı belli olan yazarın bu inadında ısrar edeceğini kestirmek de zor değil. Umarım yanılmam, yanıltmaz.


[1] Sarsılmışlar Bahçesi’nde Şenlik- Gelecekten Bir Gölge, sy: 97

[2] Koyu Nakışlar, sy: 13

[3] Bir Rüya Sonatı, sy: 103

[4] Sevgi, sy:63

[5] Veda, sy: 129


*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazı ve çizimlerden yazarları ve çizerleri sorumludur. Yazının ya da çizginin KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki veya çizimlerdeki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.



Etiketler: kadın, medya, kültür sanat, yaşam, aile
İstihdam