30/07/2025 | Yazar: İsmail Alacaoğlu

Bahadır gittiğinden beri onun bu dünyadan bu kadar erken ayrılışının adaletsizliği ve haksızlığının yanında kendime üzülmeyi ayıp addediyorum.

Hani biz birlikte yaşlanacaktık? Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Yıllar önce evimin bahçesinde doğan yavru kedilerden biri avuçlarımda son nefesini verdiğinde öyle bir üzülmüş, öyle bir ağlamıştım ki birkaç gün kendime gelememiş ve sevdiğim birini kaybettiğimde yaşayacağım üzüntü ve acının büyüklüğünü fark edip başıma böyle bir şey gelmesin diye dua etmiştim. Duam kabul olmadı ve başıma geldi. Hem de en değerlimi, biriciğimi, hayat arkadaşımı, yoldaşımı, dostumu kaybettim bir anda denebilecek kadar kısa bir süre içinde. Bu yazı benim hala içinde olduğum yas sürecimin ve aylardır yaşadığım acının hikayesidir. 

Doktorundan bilgi alacağımız ve kısa süreliğine de olsa Bahadır’ı göreceğimiz görüş vaktini beklerken çalan telefonla acilen yoğun bakıma çağrıldık. Bir yandan Bahadır’ın annesini sakinleştirmeye çalışırken bir yandan birbirine dolaşan elimi ayağımı ve yerinden çıkacakmış gibi çarpan kalbimi gizlemeye çalıştım. Apar topar çıktığımız yoğun bakım kapısından “doktorlar müdahale ediyor” denilerek alınmadığımızda bile içimde bir umutla, birazdan güzel bir haber alacağımızı düşünerek ve bunu kafamda defalarca tekrar ederek beklemeye başladım, elimi sıkı sıkı tutan annesiyle birlikte. Öyle ya daha dün öğleden sonra “sonunda emin ellerde” diye yüreğimize su serperek bırakıp gittiğimiz canımızı öylece kaybedecek değildik ya, doktorlar ellerinden gelen her şeyi yapacaklar ve bizi Bahadır’a kavuşturacaklardı. Öyle olmadı. Yoğun bakım doktoru bilgi vermek üzere beni üçüncü kez yoğun bakımın girişine çağırıp daha bir şey bile demeden elimi tuttuğu anda başladı acım; sanki birisi kalbimi ellerinin arasına almış da olanca gücüyle sıkıyormuş, sanki karnıma bir şey saplanmış ve bütün iç organlarım parçalanıyormuş, sanki gırtlağıma yumruk yemişim de nefes alamaz, yutkunamaz hale gelmişim gibi hissettim. Belli belirsiz, yalvarırcasına bir “demeyin” çıkabildi ağzımdan. Hemen akabinde doktorun “Elimizden geleni yaptık, kurtaramadık maalesef, başınız sağ olsun” demesiyle dünya durdu. Elim doktorun elinde, doktorun diğer eli omzumda, o birkaç saniye içinde aslında bilip de söze dökülmediği için henüz var olmayan durum bir anda gerçeğe döndü o üç kelimeyle; “başınız sağ olsun”. İşte o an ağlamaya başladım, vücudumun her noktasında hissettiğim acı gözyaşı olup aktı. Doktor bir süre daha durdu yanımda, eli omzumda, sonra “sizi yalnız bırakayım, toparlanın” deyip koridorda kayboldu. Bir yandan ağlarken bir yandan dışarıda bekleyen annesine, dostlarımıza, akrabalarına bu haberi benim vereceğim düşüncesi sardı zihnimi, kendimin bile inanamadığı bir haberi bir umut diye bekleyen onca insana vermek, nasıl söylenir? Bana çok uzun gelen birkaç dakika kadar daha durdum o uzun, geniş, beyaz fayanslı yoğun bakım girişinde, sonra kendimi topladım, derin bir nefes aldım. Otomatik kapı açılıp da karşımda onca insanı gördüğümde gözyaşlarım sel oldu aktı, “gitti” diyebildim sadece. Kendi acımla birlikte, annesi başta olmak üzere oradaki herkesin acısını üzerimde hissettim bir anlığına. Sonrasında her birine tek tek sarıldıkça acıyı paylaştım, sarılmalarım bittiğinde sadece kendi acımla, hayatımda yaşadığım en büyük acıyla baş başa duvarın dibine çöküp kaldım.

İki saat sonrasında yanımda annesi, arka koltukta annem ve kardeşim cenaze arabasının arkasında araba sürerken buldum kendimi. Ondan on beş dakika öncesinde morgun çekmecesini açtıklarında yoğun bakımda sakallarını kestikleri için başka biriymiş gibi gelen Bahadır’ı alnından, yanaklarından son bir kez öpüp, son bir kez saçlarını okşamıştım, “Niye sakallarını kesmişler?” diye sayıklaya sayıklaya. Şimdi önümüzdeki cenaze arabasının içindeydi benim biriciğim. Bir yandan ağlarken bir yandan ara sıra cenaze arabasıyla arama giren arabalara küfürler sallıyordum, selektör yaparak zorla cenaze arabasının arkasındaki yerimi alıyordum. Sanki ondan biraz olsun uzaklaşırsam onu kaybedecekmişim ya da onu bu yolculukta yalnız bırakacakmışım gibi… Yol boyunca birkaç kez Bahadır’ın cenaze arabasının arka kapısını açıp, gülerek, nasıl kandırdım sizi, demesini hayal ettim. Çok aptalca olmasına rağmen nasıl sevineceğimi düşündüm. Sonra delirdiğimi düşündüm ama delirmedim -şaşırtıcı bir şekilde hala delirmedim-. Ben o İzmir trafiğinde, o ruh haliyle, ağlamaktan önümü göremediğim gözlerimle nasıl yol aldım da Cemevi’ne vardım hiç bilmiyorum. Normalde böyle bir şeyi düşünsem, yoğun bakımın önündeki koridorda çöküp kaldığım duvar dibinden bir daha kalkamayacağımı söylerdim. Oysa ben oradan kalktım, hemşireyle konuştum, insanları aşağı indirdim, dostlara haber verdim, cenazesinin organizasyonu için arkadaşlarıyla konuştum, sonra gidip biriciğimin ölüm belgesini imzaladım ve morgda, o güzel yüzünü son bir kez her yerinden öptüm, saçını okşadım, hatta gözyaşlarım yüzüne düştü. Tüm bunları cenaze arabasının arkasına takılmadan önceki iki saat içerisinde yaptım, o çöktüğüm duvar dibinden kalkarak.

Sonrasında şu an sürreal ve bir o kadar da acıklı gelen bir şeyi yaparken buldum kendimi; sevdiceğimin ertesi gün saklanacağı mezara karar vermek. Yeni yerlere baktık kuzenleriyle birlikte, oralar çok yukarıda olduğu için ya babasının ya anneannesinin üzerine gömmemiz gerektiğinin farkına vardık. Nihayetinde babasının üzerine gömülmesine karar verdik.

Bir yandan için acır, yüreğim kanarken bir yandan da Bahadır’ımı son yolculuğuna uğurlamak için her şeyin, her bir adımın içinde olmayı, bizzat ilgilenmeyi istedim. Onca yıl onu nasıl koruyup kolladıysam, yapmak istemediği şeyleri hep onun yerine yaptıysam, tatillerimizi hep a’dan z’ye nasıl planladıysam, son yolculuğunun da bütün organizasyonunu ben yapmalıydım. Nitekim öyle de yaptım, ağlaya ağlaya, için yana yana, yüreğim sıkışa sıkışa.

Haftalar haftaları, aylar ayları kovalarken içinden geçtiğim çeşitli “keşke” evrelerinin her biri içimi farklı açılardan acıttı ve acıtmaya devam ediyor. İlk başlarda keşkeler son bir aylık döneme dair, “O hastaneye mi götürseydik?”, “Şu doktora mı gösterseydik?, “Araya bayram girmeseydi ne olurdu?” gibi durumlara dairken, takip eden evrede son altı aya yayıldı; “Daha erken fark edebilir miydik?”, “Keşke hep Ankara’da yanında olsaydım, Nisan’da İzmir’e gitmeseydi de İstanbul’a gelseydi, işi daha erken bıraksaydı”... Sonraki evrede keşkeler kendime kızdığım bir noktaya geldi, “Neden İstanbul’a taşındım?”, “Neden Bahadır’ı Ankara’da yalnız bıraktım?”. Kendime kızgınlığımla birlikte acım daha bir şiddetlendi. Oysaki bu hayatın normal akışında alınan bir karardı, birlikte vermiştik bu kararı, daha önce de farklı şehirlerde yaşamıştık. Epey zaman aldı kendimi ikna etmem, bunların hiçbirisi Bahadır’ın gidişinin sebebi değildi. Ama bu bir sonraki keşke aşamasının yaşattığı üzüntüyü ve acıyı hafifletmedi tabi ki; keşke yapsaydık, keşke gitseydik, keşke şunu demeseydim, keşke daha çok sarılsaydım, keşke daha çok öpseydim, keşke daha çok sevdiğimi söyleseydim, keşke şu basit şeyden tartışmasaydık, keşke öyle bağırmasaydım…

Şimdi bu yaşanmamışlıklarla, yaşanıp daha iyi yaşanabilirdilerle ve yaşanmamış olsaydılarla dolu kocaman bir keşkeler bavulunu sürüye sürüye her yere yanımda götürüyorum. Bu kederli, umutsuz, yorgun yolculuğumda günde defalarca kez kafama tekrar tekrar dank eden Bahadır’ın yokluğu fikriyle sarsılmaya devam ediyorum. Bununla birlikte doktorun ölüm haberini vermeden hemen önce elimi tuttuğu anda başlayan yürek sıkışıklığım da boğazıma yediğim yumruk hissi de karnıma bir şey saplanmış da içim parçalanıyormuş hissi de ilk başlardaki gibi her an olmasa da hala olur olmadık her yerde; trende, uçakta, havaalanında, en çok da araba kullanırken ve Bahadır’ın en sevdiği şeyi yaparken, karşıya vapurla geçerken kendini gösteriyor. Mutsuzluk hali hayatımın tümünü sarmış durumda. Bazen gülerken buluyorum kendimi, panikliyorum, unutuyor muyum diye, suçlu hissediyorum akabinde.

Birini kaybetmek, canın kadar sevdiğin, on beş yılını paylaştığın, hayat arkadaşı addettiğin, her anını, her gününü, aldığın nefesi, üzüntünü, mutluluğunu, sevincini paylaştığın, başını göğsüne yasladığında güvende hissettiğin, şu hayatta seni senin kadar iyi tanıyan, bilen, anlayan, bakışından ne düşündüğünü çıkaran, hastalandığında etrafında pervane olan, seni her halinde seven ve onu her haliyle sevdiğin birini kaybetmek insanın hayatında, zihninde, kalbinde asla kapanmayacak bir boşluk yaratıyor.

Kayıp, her şeyi sorgulatıyor, değerleri alt üst oluyor insanın. İnanmadığın öteki dünya bile var olsun istiyorsun, bir gün, sen de son nefesini verdiğinde, orada onunla kavuşacağın fikrine tutunmak istiyorsun. Çünkü elinden başka bir şey gelmiyor. Çünkü bir insanın, öylece, bir anda, sonsuza kadar, hiç var olmamış gibi yok olması gerçeği kabul edilebilir bir şey değil. Ben de öyle yaptım süre. Bir gün ben de onun gittiği diyara göç ettiğimde beni Bahadır karşılayacak, sarılacağız, hasret gidereceğiz diye düşünerek ayakta kalmaya çalıştım. Sonra, onun beni bekliyor olmasını dileme fikrini tuhaf buldum, bekliyorsa onun da beni özlüyor olma ihtimali geldi aklıma. Hayır, dedim kendi kendime, ben onun her neredeyse sonsuz bir huzur ve mutluluk içinde olmasını istiyorum; varsın beni bilmesin, bu dünyadaki hayatını bilmesin, beklemesin, bekleyerek üzülmesin...

Cenazesinde konuşan Alevi dedesi, “biz hakka yürüyünce yok olmuyoruz, başka bir şeye dönüşüyoruz” dediğinde içimde bir ferahlık hissetmiştim. İnsanın ruhunun, bir yerlerde, başka bir formda yeniden hayat bulacağı ve hepimizin doğanın döngüsünün bir parçası olması fikri, cezalandırıldığımız ya da ödüllendirildiğimiz sonsuz bir ahiret fikrinden daha huzurlu geliyor bana. Bazen otururken hemen tepemde uçuşan kelebekte, sokakta yürürken karşıma çıkan bir kedide, toprağında açan çiçekte ya da yüzüme düşen bir yağmur damlasında ondan bir parça olması fikri içimi ferahlatıyor. Zira, yok olmak, tamamen, sonsuza kadar, insan ruhu gibi mükemmel bir şey için aşırı basit ve değersiz bir son değil mi?

Kayıp, insanın en büyük imtihanı. Kabullenmesi zor, baş etmesi daha zor ve kabullenip yola devam etmesi çok daha zor. Üzüntü, pişmanlık, kızgınlık, suçluluk, acı, tükenmişlik, yılgınlık, yorgunluk, yaşamdan soğuma, anlamsızlık ve boşluk… Öyle böyle değil, kocaman bir boşluk ve yalnızlık, etrafındaki onca insana rağmen. Hepsinin bir bir yaşandığı, hissedildiği ama öyle birinin bitip diğerinin başladığı değil, iç içe, karmakarışık bir süreç; bir gün dibi gördüğün, ertesi gün alıştığını sandığın, sonraki gün suçluluk hissettiğin, bir sonraki gün yataktan çıkamadığın… Kaybımın onuncu ayından yazıyorum bunları, tüm bu duyguları, hala gün be gün, bazen birkaçını, bazen birçoğunu birlikte yaşamaya devam ediyorum. Uzunca bir süre devam edeceğini biliyorum. Nihayetinde bu acımın hiç bitmeyeceğini de…

Herkesin dediği gibi, hayat devam ediyor, edecek de. Fakat devam eden hayat Bahadır’ın gidişinden önceki hayat olmayacak. Bir nevi hayatımın yeni bir aşaması başladı benim için, hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı, kendim dahil, iyi ya da kötü değil, sadece öncekinden farklı; öncesini içeren ama öncesinde olmayan bir şeyin, içimdeki ya da içinde olduğum boşluğun etrafında şekillenecek. Elbette yeniden mutlu hissedeceğim, güleceğim, heyecanlanacağım ama her birine bir eksiklik hissi eşlik edecek. Yalnızlığa bir noktada alışacağım ama onun yokluğu her zaman ve her şeyde hissettirecek kendini.

Baş edebiliyor muyum Bahadır’ın gidişi ve gidişinin yarattığı boşlukla? Şu anda cevabım hem evet hem hayır. Evet, çünkü yaşamaya devam ediyorum; işime gidiyorum, yiyorum, içiyorum, uyuyorum, gülüyorum, hatta geziyorum. Hayır, çünkü tüm bunların hepsini otomatik bir şekilde yapıyorum, içinde herhangi bir mutluluk, huzur, sakinlik, güzellik barındırmadan, büyük bir keder içinde. Çünkü bir yanım hala o yoğun bakım girişinde çöküp kaldığım duvarın dibinde oturuyor.

Bahadır gittiğinden beri onun bu dünyadan bu kadar erken ayrılışının adaletsizliği ve haksızlığının yanında kendime üzülmeyi ayıp addediyorum. Kendimi düşünmek bencilce geliyor ve kendimi suçlu hissettiriyor. Bir yandan bu benim de hikayem. Onun gidişi benim yarım kalışım, kolumun kanadımın kırılışı, sağ yanımdaki boşluk, evdeki sessizlik, susan şarkım, kaybettiğim neşem, solan yaşam sevincim... Onun gülüşünden, sesinden, bakışından, nefesinden, dokunuşundan, kokusundan, sevgisinden, şefkatinden, koruyuculuğu ve kollayıcılığından mahrum yaşayacak ve yaşlanacak olan benim. Bunu bilmek benim içimi çok acıtıyor. Bu yüzden Bahadır’ın yanına her gidişimde sormaktan alıkoyamıyorum kendimi: “Ah be yavrum, hani biz birlikte yaşlanacaktık?” 

Kaos GL dergisine ulaşın

Bu yazı ilk olarak Kaos GL dergisinin “Dayanışma” dosya konulu Mayıs-Haziran 2025 sayısında yayımlanmıştır. Dergiye kitapçılardan veya Notebene Yayınları’nın sitesinden ulaşabilirsiniz. Online aboneler dergi sitesinden dergiyi okuyabilir.

*KaosGL.org’ta yayınlanan köşe yazıları, KaosGL.org’un editoryal çizgisini yansıtmak zorunda değildir. Yazı ve çizimlerden yazarları ve çizerleri sorumludur. Yazının ya da çizginin KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki veya çizimlerdeki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.


Etiketler: yaşam
İstihdam