21/10/2025 | Yazar: Furkan Y

11. Yargı Paketi taslağında yer alan “genel ahlak” ve “doğuştan gelen biyolojik cinsiyet” gibi kauçuk ifadeler, hukuki değil ideolojik birer enstrümandır. Hukuki belirlilik ilkesini hiçe sayan bu muğlaklık, yargıya sınırsız bir yorum alanı açarak keyfi uygulamaların zeminini hazırlar. Bu taslak, iktidarın çizdiği ‘makbul’ sınırların dışında kalan herkesi potansiyel bir suçlu olarak damgalama riski taşır. Yasa, heteropatriyarkal düzenin sınırlarını ihlal eden her kıyafeti, her sözü, her aşkı bir suç kanıtına dönüştürmekle tehdit eder.

Grosse Freiheit’ın aynasında 11. Yargı Paketi: Bedenin hapsi, kimliğin suçu ve sinemanın isyanı Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Sinemanın hafızası bazen hapishane hücresinin gri duvarlarına sinmiş - yankılanan bir fısıltıdır. Sebastian Meise’nin Grosse Freiheit (Büyük Özgürlük) filmi, tam da bu fısıltıyı ve tarihin karanlık koridorunda sıkışıp kalmış bir bedenin direnişini perdeye taşır. İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanyası’nda eşcinselliği bir suç olarak damgalayan kötü şöhretli Paragraph 175’in gölgesinde Hans’ın (Franz Rogowski) hayatı, toplama kampından hapishane koğuşuna uzanan kesintisiz bir mahpusluk döngüsüdür. Hans’ın hikayesi, yetmiş yıl sonra, bambaşka bir coğrafyada, Türkiye’de 11. Yargı Paketi taslağıyla LGBTİ+ varoluşuna yönelen ontolojik tehdide rahatsız edici bir ayna tutar. Her iki süreç, devletin yasal aygıtlarının kimliği nasıl bir suç mahalline dönüştürdüğünün altını çizer.

Suçun mimarisi: Yasa, beden ve dört duvar

Grosse Freiheit, isminin vadettiği özgürlüğün acı bir ironiyle boğulduğu, bir insanın toplama kampının dikenli tellerinden kurtulup “özgür” dünyada doğrudan kendi devletinin demir parmaklıklarına teslim edilmesinin trajedisidir. Hans’ın işlediği bir suç yoktur; suçu, bizzat varoluşudur. Arzulama biçimi, kimliğinin kendisi, yasa tarafından bir eylem değil kalıcı bir durum olarak mahkûm edilir. Onu tekrar tekrar parmaklıklar ardına gönderen şey, yapıp ettiklerinden öte sadece ‘olma’ halidir. Film, hapishanenin o klostrofobik ve havasız atmosferinde cinayetin eşcinsellikten daha anlaşılır, daha tolere edilebilir sayıldığı hastalıklı bir toplumsal ahlakı teşhir eder. Bu, normların ne denli vahşileşebileceğinin, bir katilin bir aşıktan daha ‘insani’ kabul edilebildiği ahlaki çöküşün sinematik kaydıdır. Yasa, soğuk ve soyut bir metin olmaktan çıkıp Hans’ın bedenine işleyen somut şiddet aygıtına dönüşür; bedenini bir suç nesnesi olarak kodlar, arzusunu patolojik bir vaka olarak etiketler ve onu yaşamdan yalıtarak sürekli olarak dört duvar arasına hapseder.


Bu yasal mimari, bugün Türkiye’de 11. Yargı Paketi taslağıyla yeniden canlandırılmak isteniyor. Türk Ceza Kanunu’na eklenmesi hedeflenen maddeler, LGBTİ+ kimliğini ve toplumsal cinsiyetin akışkanlığını doğrudan bir suç fiiline dönüştürme tehdidi barındırıyor. “Doğuştan gelen biyolojik cinsiyete ve genel ahlaka aykırı tutum ve davranışları” hapisle cezalandırmayı öngören bu taslak, yalnızca LGBTİ+’ları değil, heteropatriyarkal normların kalıplarına sığmayan her bedeni, her ifadeyi ve her aşkı potansiyel bir suçlu olarak damgalıyor. Mahpusluk hali burada fiziksel sınırları aşıyor; zira bu paket, yalnızca bedenleri değil, aynı zamanda kültürel üretimi, sanatı (Mabel Matiz örneğinde olduğu gibi) ve hak savunuculuğunu da “teşvik/özendirme” suçlamasıyla boğmayı amaçlayan kültürel bir kuşatma girişimidir.

Normun absürt tiyatrosu: Yasanın keyfiliği ve ‘genel ahlak’ın belirsizliği

Yıllar süren esaretin ardından hayatını tanımlayan Paragraph 175’in kaldırılmasıyla Hans’ın “Artık legalim!” diyerek özgürlüğüne kavuştuğu an, yasanın trajikomik doğasını yüzümüze çarpan bir aforizmadır. Bu bir zafer anından çok sistemin absürtlüğünün zirve yaptığı kara komedi sahnesidir. Bir insanın bütün kimliğinin, devletin bir yasa maddesini değiştirmesiyle bir gecede “illegal” olmaktan çıkıp “legal” hale gelmesi, normun ne denli keyfi ve insan doğasına yabancı olduğunun en çıplak kanıtıdır. Yasa değişir ve Hans bir “toplum zararlısı” olarak damgalanan kimliğinden soyunup birdenbire ‘sıradan bir insana’ dönüşür. Ancak bu dönüşüm onun mahpuslukla geçen yıllarını ve direnişini yok sayan bir şiddet eylemidir. Bu an, yasanın yalnızca cezalandıran değil aynı zamanda kimliği kuran ve sonra bir çırpıda yıkan o absürt gücünün en acımasız tezahürüdür.

11. Yargı Paketi taslağında yer alan “genel ahlak” ve “doğuştan gelen biyolojik cinsiyet” gibi kauçuk ifadeler, hukuki değil ideolojik birer enstrümandır. Hukuki belirlilik ilkesini hiçe sayan bu muğlaklık, yargıya sınırsız bir yorum alanı açarak keyfi uygulamaların zeminini hazırlar. Bu taslak, iktidarın çizdiği ‘makbul’ sınırların dışında kalan herkesi potansiyel bir suçlu olarak damgalama riski taşır. Yasa, heteropatriyarkal düzenin sınırlarını ihlal eden her kıyafeti, her sözü, her aşkı bir suç kanıtına dönüştürmekle tehdit eder.

İsyanın estetiği: Bir karşı-hafıza ve direniş alanı olarak kuir sinema

Grosse Freiheit, travmatik bir geçmişi kayda alarak kuir sinemanın yalnızca temsil aracı değil aynı zamanda politik bir eylem, bir direniş epistemolojisi olduğunu kanıtlar. Hans’ın kaderine boyun eğmiş gibi görünen sakinliğinin altında sırf var olmaya devam ederek sisteme meydan okuyan bir irade yatar. Bu, tam da yasa taslağının “övülmesini ve özendirilmesini” yasaklamaya çalıştığı şeydir: varoluşun kendisinin politik bir direniş eylemine dönüşmesi. Bu yalnızca bedeni değil bedene dair sözü, temsili ve hafızayı da denetim altına alma arzusudur.

Kuir sinema, yok sayma ve silme politikalarına karşı bir karşı-hafıza inşa eder: Anlatmak, kaydetmek ve ısrarla görünür olmak kültürel hafızadan silinmeye karşı en güçlü direniş biçimidir. Hans’ın hikâyesi, yasaklanmış bir kimliğin arşivini tutarken; onun toplum dışına itilmiş katil Viktor’la kurduğu dostluk, mücadelenin tek bir kimliğe ait olmadığını, ortak bir özgürlük arayışında kesiştiğini hatırlatır.

Jacques Rancière, siyasetin, kimin görünüp kimin görünmeyeceğine dair bir rejim olduğunu söyler. Grosse Freiheit, yasanın ve toplumun görünmez kılmak istediği bir bedeni inatla perdenin merkezine yerleştirerek görülebilir olanın sınırlarını yeniden çizer.

Perde kapanırken: Yankılanan tarih, süren mücadele

Grosse Freiheit’ın solgun renkleri ve her bir kareye sinen klostrofobik atmosferi, 11. Yargı Paketi’nin bugüne düşürdüğü tekinsiz gölgeyle birleştiğinde, karşımıza kimliğin kriminalize edilmesinin çağları ve coğrafyaları aşan, zamansız bir zulüm döngüsü olduğunu acı bir şekilde çıkarıyor.

Yöntemler değişir, yasaların numaraları farklılaşır ancak varoluşu bir suça indirgeyen o baskıcı mantık, rahatsız edici bir süreklilikle kendini tekrar eder. Ancak tam da bu tekrarın ortasında sinema, hafızayı silmeye yönelik bu şiddete karşı güçlü bir panzehir sunarak o kısır döngüyü kırma potansiyelini içinde barındırır.

Kuir sinema bu karanlıkta ikili bir rol üstlenir: tarihin dipnotlarından bile silinmek istenenlerin acısını ve direncini belgeleyen yaşayan bir arşiv görevi görür, diğer yandan ise yalnızca geçmişe tanıklık etmekle kalmadan geleceğin özgürlüğü için yakılmış bir isyan meşalesi olur.


Perdeye yansıyan her yasaklanmış dokunuş, her fısıldanan arzu, "makbul" olanın sınırlarını ihlal eden estetik bir eyleme dönüşür ve izleyiciye başka bir dünyanın mümkün olduğunu hatırlatır.

*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazı ve çizimlerden yazarları ve çizerleri sorumludur. Yazının ya da çizginin KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki veya çizimlerdeki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.


Etiketler: insan hakları, medya, kültür sanat, yaşam, trans, lgbti, lezbiyen, gey, biseksüel, interseks, yargı paketi
İstihdam