17/10/2025 | Yazar: Oğulcan Özgenç

İrfan Değirmenci Kaos GL'ye konuştu: "Dayanışmayı kurmaya devam edeceğiz"

İrfan Değirmenci: "Dünyaya açılan bir insanı kimse incitemez" Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Gazeteci ve Türkiye İşçi Partisi Parti Meclisi Üyesi İrfan Değirmenci ile LGBTİ+ kimliğiyle açılma sürecinden medyada temsiliyet meselesine, artan LGBTİ+ karşıtlığına karşı verilen mücadeleden hafıza tutma çabasına kadar pek çok başlığı konuştuk. Ağustos ayında, Ankara’nın oldukça sıcak bir gününde gerçekleştirdiğimiz bu söyleşiye Değirmenci’nin yakın dostu Ertuğrul Albayrak da eşlik etti.

Bir zamanlar anneannemle birlikte sabahları televizyon başında sesini duyduğum Değirmenci, söyleşiye yıllarca söylediği o cümleyle başladı: “Günaydın Türkiye.”

Kişisel deneyimlerinden yola çıkan Değirmenci, bu söyleşide hem bugünün politik atmosferini hem de dayanışma ve direnişin imkanlarını anlattı.

Daha önce yerel seçim döneminde Türkiye İşçi Partisi’nin Çankaya Belediye Başkanı adayı olduğun dönemde konuşmuştuk. Bugün hem Türkiye’deki LGBTİ+ düşmanlığını hem senin bir gazeteci olarak LGBTİ+ kimliğinle açılma sürecini konuşmak üzere buluştuk. Uzun zamandır kamusal bir figürsün, sabah haberleri, ana haber bültenleri, belediye başkanı adaylığın… Ve bir süre önce de LGBTİ+ kimliğinle açıldın. Nasıl karar verdin açılmaya, bu süreç senin için nasıl işledi?

Dünya genelinde LGBTİ+’ların hedef alındığı ve neredeyse İkinci Dünya Savaşı’nda Nazilerin pembe üçgenle damgalanıp kollarından tutularak toplama kamplarına götürüldüğü dönemi çağrıştıran ağır bir baskıyla karşı karşıyayız. Bu şartlar altında, toplumun ve kamuoyunun tanıdığı isimlerin artık kendini daha fazla gizlemesinin ve saklamasının savunma açısından tehlike arz ettiğine karar verdim. Kişisel olarak da artık siyasetin içindeyim. Başka bir kulvarda mücadele ediyorum. Siyasetin içindeyseniz, toplumun yararına bir şey yapmanız gerekiyor.

Bir video çektim. Milli maçta bir futbolcu gol sevinci olarak bozkurt işareti yapıyordu. Ben de onu yorumluyorum. O bozkurt işaretinin kimileri için katliamları da çağrıştırabileceğini ve bunun milli takım forması üzerindeyken yapılacak bir işaret olmadığını anlatıyorum. Söylediğim söz bu. Bu, söz en çok onları öfkelendirdi. Ve beni gayrı millî olmakla suçlarken, yanına bir de hakaret iliştirmek istediler. “Ulan ibne, ağzın yüzün ayrı oynuyor zaten, sen ağzına alma Bozkurt işaretini” diye o kadar çok yazdılar ki... İnsan bir süre sonra “Ne diyor bunlar?” diyor. Ben öyle dedim işte.

Geçen yaz bunu Twitter’da yazmamın ardından, üzerime daha da fazla gelmeye başladılar. Akıl almaz hakaretlerde bulundular. Öyle ki, en son 1980’lerde duyduğum ve artık kullanılmadığını sandığım kelimelerle karşılaştım. Önce gülüp geçiyorsun. Ama bazı ifadeler seni çocukluğuna götürüyor, bazılarıysa travmalarını tetikliyor. “Toplumu dönüştürmediğin, değiştirmediğin sürece, yine aynı şeylerin içinde yaşamaya devam ediyorsun. Benzerlerini yaşamaya da devam edeceksin” dedim; bireysel bir kurtuluş yolu bulmak yerine çözüm galiba toplumun karşısına geçip “bir dakika” demekte.

Tam da konuşmanın başında bahsettiğin ağır bir baskı ve LGBTİ+ düşmanlığı atmosferinin Türkiye’de de kendini açıkça gösterdiği bir dönemde açıldın.

Türkiye İşçi Partisi’nin bir LGBTİ+ Bürosu var ve burada başka insanların öykülerine de tanıklık ettim. Genellikle “Aileme açıldım, tehdit altındayım, desteğe ihtiyacım var” diyerek bize ulaşan gençler oluyor. Gece yarısı, “Öldürülmekten korkuyorum, ne yapabilirsiniz?” diye telefonlar çalıyor. Türkiye’nin herhangi bir yerinden bu çağrılar gelebiliyor. Bu nedenle birilerinin bu insanlara yardımcı olması gerekiyor.

Biz de bu çalışmalara son bir yıldır özellikle ağırlık verdik. Gördüm ki, tahmin ettiğimden de daha ağır bir baskı altındayız. Bugün, 2025 Türkiye’sinde bunun çok net bir sebebi var. Kimse kendini kandırmasın: En tepedeki Saray’da Cumhurbaşkanı eğer “LGBTİ+ terörü” ve “LGBTİ+ saldırganlığı” diyorsa, LGBTİ+ ile mücadele yılı ilan ediyorsa ve tebaası bunu hararetle alkışlıyorsa; toplum da bunu “LGBTİ+ tehdidi” olarak görmeye ve hatta bir tür terör örgütü üyeliği gibi algılamaya başladıysa, bu süreç çok tehlikeli bir yere doğru gidiyor.

Tüm bu süreç içerisinde, bu konuyla ilgili daha fazla röportaj vermeye başladım. En son bir kanala verdiğim röportajda, “Evet, geyim ve bu sizi hiç ilgilendirmez” dedim. Sonrasında bu ifadeyi alıntıladılar. Ardından, sosyal medya üzerinden yeniden bir linç kampanyasına maruz kaldım. Bu linç karşısında kendimi bir yanıt verme zorunluluğu içinde hissettim. Verdiğim yanıt ise kısa sürede yayıldı ve 2,5 milyon kişiye ulaştı.

Bayrağı gerçekten de elime aldım. 1 Mayıs’ta Ankara’da gökkuşağı bayrağını açtım. Bugün, gökkuşağını gördükleri yerde öğrencilerin elinden alıyorlar, “Sen niye gökkuşağı bayrağı açtın?” ya da “Mezuniyet töreninde neden gökkuşağı bayrağı götürdün?” diyerek öğrencileri yargılıyorlar.

Bugün 48 yaşındayım. 30 yılımı mesleğe verdim ve artık bir figürüm. Senin anneannen gibiler için; beni sabah haberlerinden tanıyanlar için, “Ah efendi oğlumuz, bak ne güzel anlattı, görüyor musun?” diyenler için bir figürüm. Çok sevdiklerini söylüyorlar. Peki, sevdiğiniz insanı biraz daha yakından tanımak ister misiniz? Yani, kimi sevdiğinizi gerçekten biliyor musunuz?

Peki ne tür tepkiler aldın seni takip edenlerden, izleyenlerden?

Ben seyircime açıldım. Seyircimin bir kısmı, “Hayal kırıklığı oldunuz,” dedi. “Kendim olduğum için hayal kırıklığı olmuşum.” “Sussanız daha iyi değil mi?” dediler. Bizi o dolaplara tıkmak istiyorlar. Misafir geldiğinde salonda olmaması istenen çocuk muamelesi yapıyorlar: “Git odanda ne yapıyorsan yap ama salona gelme, misafirin önünde fazla görünme.” Bizi görünmez kılmak istiyorlar. Ama ben görünür olmaya gayret ediyorum.

Bu koşullarda gazeteci olmak da kendi başına bir mücadeleye dönüşüyor.

Artık Türkiye'de gazetecilik yapabilmenin şartları tamamen ortadan kaldırılmış durumda. Gazetecilik yapmak, sizi potansiyel suçlu hâline getiriyor. İddianamelerde görüyoruz ki gazetecilik faaliyetleri suç olarak sunulmaya başlanmış.

Bir elin parmağını geçmeyecek sayıda yayın organı var. Bunlar da her gün dava tehdidi ve kapanma tehdidiyle karşı karşıya. Onlardan biri olan Halk TV’de çalışıyordum, haber bülteni sunuyordum. Mart’ta düzenlediğimiz bir açık oturum sebebiyle RTÜK tarafından cezalandırılmıştı. O açık oturumda trans aktivist Esmeray, kendi hayat hikayesini anlatmıştı. Örneğin Kaos GL’ye erişimi engellediler. Ama biz erişmeye devam ediyoruz. Çünkü bu çok önemli. Özellikle kendini tanımaya, keşfetmeye çalışan, kendini suçlu ya da yalnız hissedenler için bu çalışmalar büyük önem taşıyor. Tüm bunlar, onların bu koca dünyada yalnız olmadıklarını hissedebilmeleri için yapılıyor.

“Muhalif medyada da el üstünde tutulduğumu söyleyemem”

 Medya sektöründe gördüklerini sorarak devam etmek isterim. Açıldıktan sonra sektörde nasıl tepkiler aldın?

Son süreçte muhalif medyada gazeteci kimliğimin altı özellikle çizilmek istendi. Biz, Yoğurtçu Parkı’nda, İstanbul Onur Yürüyüşü’nden bir gün önce, “Haziran’da da Yalnız Değilsiniz” temalı bir etkinlik yaptık. Bu etkinliği özellikle yaptırmak istemediler. Burada gözaltına alındık. Gözaltı sürecinde hedef alınan LGBTİ+ kimliğimdi. Bu toplantının bir LGBTİ+ toplantısı olması nedeniyle dört çevik kuvvet otobüsü dolusu polis gönderilmişti. Ancak medya, bu gözaltıları haberleştirirken LGBTİ+ dememeyi tercih etti. Yani bu toplantının niçin yapıldığından çok bahsetmemeyi tercih ettiler. “Parktaki siyasi faaliyetten gözaltına alındı,” dediler. Neden oradaymışız mesela? O sorunun yanıtı yok. O soruya yanıt verirlerse beni inciteceklerini ya da bana zarar vereceklerini düşünüyorlar. Oysa ki dünyaya açılan bir insanı kimse incitemez.  Bugün açık LGBTİ+ kimlikli bir gazeteciyim. Muhalif medyada da el üstünde tutulduğumu söyleyemem. Belki özel bir program verirler, ama o kadar.  “Şu kuşağa, şu alana bak sen,” deniliyor ve bu çok sıkıntılı. 

LGBTİ+ bir gazetecinin daha soft haberler yapmasını isteyebiliyorlar alternatif/muhalif medyada da.

Kesinlikle. Gezi Direnişi’nde sansüre başkaldıran bendim. En sert haberleri bile verebildim. Ama bu, dünyanın büyük bir çelişkisi. Sadece belli alanlarda söz söyleyebileceğimizi zannediyorlar. Mesela TİP LGBTİ+ bürosunda ekonomi, iktisat, siyaset bilimi gibi alanlarda uzman LGBTİ+ arkadaşlarımız var. Her alanda konuşabilirler. Dış politikadan ekonomiye kadar her konuda. Ama konuştuklarında şöyle deniliyor: “Bu alanda konuşacak başka kimse yok muydu?” Bu önyargıları da kırmamız gerekiyor. Her alanda kavga vermek zorundayız.

Peki LGBTİ+ kimliğinle başka konularda söz söylediğinde sen nasıl tepkiler alıyorsun?

Örneğin, bu yaz boyunca ülkeyi etkisi altına alan yangınlarda “Yangın uçakları nerede?” dediğim sosyal medya paylaşımlarının altına “Sen sus ibne” yazanlar oldu. Bulunduğumuz yerde çatıdan atılması, öldürülmesi, akıl hastanesine kapatılması gereken insanlar olduğumuzu düşündükleri için herhangi bir konuda söz hakkımızın da olmadığını sanıyorlar. Arkalarında, bir parti devletine dönüşmüş olan bugünkü devletin tüm aygıtlarının desteğini ve gücünü hissettikleri için, ellerinde yangın bidonuyla evimin önüne kadar koşabileceklerini de zannediyorlar. Yapılacak tek bir haberle, atılacak bir tweetle kışkırtılabilecek bir kitle var. Bir “haber sitesi” görünümündeki operasyon hesabının paylaşacağı iki satırlık bir tweet, bu ortamı yaratmaya yetiyor.

Ayağımızın çok sağlam yere basması ve neyle karşı karşıya olduğumuzu bilmemiz gerekiyor. Hiçbir şey bizi haklarımız için mücadele etmekten alıkoyamaz.  Geçen sene yine kapalı toplantılarda bir araya gelebilen bir kitle olarak, Ankara’da “Yıllar sonra yeniden yürüyebilir miyiz?” diye birbirimizi bulduğumuzda herkes tedirgindi. Herkes “Yürütmezler” diye düşünüyordu. Ama yürüdük. Yaklaşık 15 kişi bile olsak Esat’taki dört yol kavşağına kadar yürüdük; esnafı selamlayarak, mahalleliye “merhaba” diyerek. Ve sonunda öyle bir sarıldık ki birbirimize, birbirimizi çok iyi tanımamıza gerek bile kalmadı. Bizimkisi mücadele yoldaşlığı. Ankara’da yürürken pencereden bana bakıp “Kim bu arkandakiler?” diyen teyzelere “Beni arkamdakilerden biri sayın ve hepimizi sevin!” diye bağırmak mesela.  Fakat son 1–2 yıldır gerçekten çok az sayıda insan kaldık. Hem Ankara’da hem İstanbul’da. Gezi sürecinin hemen ardından düzenlenen ve on binlerce insanın aktığı Onur Yürüyüşü’nü hatırlıyorum. Hepsini anlatmaya çalışıyoruz. O yürüyüşlere katılmak için LGBTİ+ olmanıza gerek yok. Meydana çıkıp “Bu insanlara saldıramazsınız” demek için LGBTİ+ olmanız gerekmiyor.

Macaristan’da, Budapeşte’de Orban yürüyüşü yasaklamaya kalktı ama 200 bin kişi yürüdü. Köprüler doldu taştı. “Hayır!” dediler, “Buradayız!” dediler. Yani hiçbir şey bitmedi; Türkiye için de mücadele yeni başlıyor. Sahada çok fazla insan gözaltına alındığı için, insanlar bu duruma da alıştırıldı maalesef. Oysa ben orada bir belediye başkan adayı olarak bulunmuyordum. Oradaydım çünkü yakın zamanda kimliğini kamuoyuna açıklamış ve bu kimlikle hak mücadelesi yürüten biriydim.

“İktidar değişse bile yeni dönemde de LGBTİ+ görünürlüğünün çok farklı olmayacağını biliyorum”

30 yılını mesleğe veren bir gazeteci olarak medyada LGBTİ+ temsilinde bir dönüşüm gözlemleyip gözlemediğini merak ediyorum.

“Seksenlerde Lubunya Olmak” oyunundan hatırlayanlar olacaktır; trenlere bindirilip Eskişehir’e gönderilenlerin arkasından, “Nonoşlar hak ettiğini buldu” diye yazan bir medyadan en azından “LGBTİ+” diyebilen bir medyaya geldik. Ama o kadar. LGBTİ+ haberlerinde kullanılan dili yıllar içerisinde bir parça da olsa değiştirebilmiş olmaktan dolayı mutluyduk. Gerisi sansür, gerisi baskı ve görmezden gelme.

“Ana akım” dediğimiz medya-geçmişte kendini muhalif olarak nitelendirenler bile “Şimdi sırası değil,” diyorlar.  Pek çok gazeteci buna karşı çıkıyor. Örneğin Kazım Kızıl, Bornova Sokağı’na gitmiş. “Kedilerim ne olacak şimdi?” diye endişelenen ve bakıma ihtiyaç duymasına rağmen evleri mühürlenen trans kadınların yaşadıklarını belgelemiş.   Peki, o zaman biz de sormayacak mıyız? Hani bizim devletimiz?

Bizlerin yaşam hakkı söz konusu olduğunda ortada bir devlet yok. Bu sadece biz LGBTİ+’lar için değil. Kendini AKP’nin karşısında, saray karşısında konumlandıran tüm yurttaşlar için, son zamanlarda sıkça sorulan bir soru. Geçtiğimiz günlerde üst üste çıkan orman yangınlarına müdahalede nasıl yetersiz kalındığı ortadaydı. İnsanlar ellerindeki pet şişelerle yangına müdahale etmeye çalışırken, insanın aklına ister istemez o 90’lardaki ünlü haber programı geliyor: Reha Muhtar’ın “Nerede bu devlet?” jeneriği. Gerçekten de “Nerede bu devlet?” diye soruyorsun. Devletin nerede olduğunu biz yalnızca Vatan Emniyet’te görüyoruz. Devlet, karşımıza sadece polis üniformasıyla çıkıyor. Ve memur beye “Ben ne suç işlemişim?” diye sorduğumda, “Niye sen LGBTİ+ üyesi oldun?” yanıtını alıyorum.

Üzerine konuştuk ama yine de şu açıklıkla sormak istiyorum. Açılmanın “bedelini” ödedin mi?

Ben emekli olabilmiş, biraz da kendi isteğiyle medyadan geri çekilmiş biriyim. Erken saatlerde yaptığı yayınlarla ya da yapabildiği kadarına razı gelerek, hayatını daha da sadeleştirmiş; farklı bir kulvarda, siyaset alanında mücadele etmeyi seçmiş biriyim. Bu yüzden, bugün artık geldiğimiz noktada bir derdim yok. Artık mesleki anlamda bir planım da kalmadı. O yüzden bu soruya çok doğru yanıt verebilecek kişi ben değilim. Çünkü biliyorum ki bundan sonra, iktidar değişse bile yeni dönemde de medyada LGBTİ+ görünürlüğünün çok farklı olmayabileceğini biliyorum. Ben yıllar boyunca mücadele etmiş olsam da, "Buyurun İrfan Bey, size ana haber sunuculuğu" demeyecekler. O gün geldiğinde muhtemelen ben de istemeyeceğim zaten. Ama o gün ana haber bülteni sunmanın vereceği haz kadar, bugün AKP’nin karşısında “biz vardık, varız, var olacağız” diyebilmenin ve mücadele etmenin de bir hazzı var. İnsan yaşadığını hissediyor.

Evet, çok bedel ödeniyor. Gözaltılar, yurt dışına çıkış yasakları…Ama bilsinler ki kaçmayacağım. Bir yere gitmeye niyetim yok. Buradayım. Bu toprakların insanıyım. Bu toprakların insanı olarak da onların kötülüğüyle baş edeceğim. Bu faşist yönetimi alaşağı etmeyi bileceğiz. Mussolini’nin karşısına dikilenler gibi. Mussolini İtalya’da LGBTİ+’ları bir adaya hapsetmek istemişti ama mümkün olmadı. Diktatörlerin karşısında ilk dikilenler hep LGBTİ+’lar oldu. “Bu neyin onuru? Neyin Onur Yürüyüşü, neyin Onur Haftası?” diyorlar ya... Bu, insan olmakta ısrar etmenin onuru. Mücadele etmekte ısrar etmenin onuru. “Artık daha fazla ezilen olmayacağız” diye mücadele etmenin onuru.

“Açılmanın bedelini” ödemeye hazırım diyorsun, peki bu mücadelede kendini nasıl bir yerde konumlandırıyorsun?

Hak mücadelesi alanında insanların siyasi bir perspektifi olmalı. Siyaseten çok anlaşılamayabilir ama ortaklaşılan bir mücadele alanı vardır ve o mücadele alanındaki yoldaşla omuz omuza durulur. Türkiye’de bu çok yaşanmıyor. Eğer kendinizi iyi anlatamamışsanız ya da insanlar sizi iyi tanımıyorsa, soru işaretleri oluşabiliyor. “Neden şimdi yapıyor?”, “Neden bayrak açtı?” gibi sorularla herkes bunu konuşmaya başlıyor. Bu sorumluluğu omuzlarımda taşıyorum. Ben bu mücadelenin bayrağını alıp yürüyorsam, şöyle düşünüyorum: Hep bir dramla mı anılmak zorundayız? Hep trajedilerle mi anılacağız? Buna inat şunu söylüyorum: “Açıldım ve çok da iyi oldu, çok da mutluyum.”

Artık söylediklerime ve yaptıklarıma daha fazla dikkat ediyorum. Çünkü bir temsiliyetim var. Hem de daha ağır bir temsiliyet. Ağzımdan çıkacak bir söz ötekileştirici olabilir. Bu yüzden bugün dilimden çıkacak her söze daha çok dikkat ediyorum. Kimseyi dışarıda bırakmamak için bunu yapıyorum. Bazen iyi bir şey söylediğini sanırsın ama birilerini dışarıda bırakırsın. Mesela “dahi” dersin, ama o “dahi” kelimesi birini dışarıda bırakabilir. Birileri “Neden beni ayrı tuttu?” diye alınabilir. Bu nedenle herkesi kapsayacak şekilde konuşmaya çalışıyorum. Çünkü hiç kimsenin şartları aynı değil.

Evet, ben hasbelkader televizyonda 30 yıl çalışma imkânı bulmuş ve tanınmış bir insanım. Bu nedenle ve hâlâ hitap ettiğim ciddi bir kitle olduğunu bildiğim için, bu kitleyi dönüştürme potansiyelim olduğunu düşünüyorum. Bunu yaşarken görür müyüm bilmiyorum. Ama bu, yıllar içinde örülen ve inşa edilen bir şey. Her gittiğim yerde de şunu söylüyorum: Bu mücadele bugün başlamadı.

Geçen gün bir toplantıya katıldım. 1990’larda beyaz Toroslara karşı mücadele veren İnsan Hakları Derneği artık LGBTİ+ mücadelesini de sahipleniyor. Oradaki toplantıda, Hortum Süleyman’ın zulmünden kurtulabilmiş bir trans kadın deneyimlerini anlattı. Biliyorum ki o gün o mücadele verilmeseydi, bugün bizler kürsülerde bu kadar rahat konuşamazdık.

Bu alanda yıllardır Kaos GL mücadele yürütüyor. Kapatma tehditlerine, parasızlıklara ve yasaklamalara rağmen bu mücadele sürüyor. Eğer o mücadele devam etmeseydi, bugün bu konular konuşulamazdı. Mücadele dediğimiz şey ilmek ilmek örülüyor. Ve kimseyi de dışında bırakmamak gerekiyor. “Ben de varım” diyen hiç kimseyi.

 “Geçmeyen bir yasanın mağdurları hâline geldik”

 Açıldıktan sonra medya sektöründe seninle dayanışma gösterenler oldu mu?

Az evvel söylediğim şeyi ifade etmek durumundayım: Eğer işin içinde renkli ekranlar, güzel maaşlar, spot ışıkları varsa, egolar çarpışır. Birileri uzatılan mikrofona "Aa, çok destek oluyoruz" der. Sonra kamera kapandığında döner ve “Şimdi sırası mıydı, ne gerek vardı?” der. Bunu hepimiz biliyoruz. Ben iki yüzlülükten, maskeli balolardan o kadar sıkıldım ki, farklı bir maskeyi kendi yüzüme takıp yine yalanlar söyleyemem. Toplum bana çok destek oldu dersem belki evet; ama meslektaşlarım dersem, yalan söylemiş olurum.

Yanıma gelenler oluyor, “Biz de çok istiyoruz sizin yaptığınızı yapabilmeyi. Vakti gelecek herhalde...” Ben de o zaman yüreklendirmek istiyorum ve diyorum ki: “Elbette vakti gelecek, sen ne zaman kendini hazır hissedersen.” Geçenlerde otobüste orta yaşlı bir beyefendi yanıma geldi. Evli olduğunu, eşinin olduğunu ve benim açılmamdan sonra kendi hayatını sorgulamaya başladığını söyledi. Mutsuzluğunun sebebinin kendisi, yani açılamamış olması olduğunu anlattı. “Kendini suçlama lütfen,” dedim. Beni sadece televizyondan tanıyordu belki, yıllardır izliyordu. “Hiçbir şey için geç değil,” dedim. Bunun adına şimdi ne diyorlar: “LGBTİ+ propagandası.” Yani bu propaganda mı olmuş oluyor? Bir insan yanıma gelip “Mutsuzum ve galiba bunun sebebi benim” dediğinde, ben ona “Hiçbir şey için geç değil” diye cevap verince propaganda mı yapmış oluyorum? Bu, propagandayla olacak bir şey mi? Şimdi bunu yasal bir metne dönüştürmeye çalışıyorlar. O zaman heteroseksüel düğün fotoğrafları, balayı fotoğrafları, her televizyon dizisi de “propaganda” olmuş oluyor. Hepsine “heteroseksüellik propagandası” dersek ne olacak? Resmen geçmeyen bir yasanın mağdurları hâline geldik

Her ne kadar yasalaşmasa da LGBTİ+ karşıtı yasa taslağının uygulanmaya başladığını görüyoruz. Hormon yasakları, üniversite topluluklarına yönelik kapatma kararları, saldırılar… Bu düşmanlığın, dünyadaki Rusya ve Macaristan gibi ülkelerden öğrenildiğini de not düşelim. “Nüfus azaldı” diyerek LGBTİ+’ları hedef alıyorlar.

Mayıs ayında bir kitap fuarına gittim, Merzifon Kitap Fuarı’ydı. Orada “Hep beraber” sloganının içindeki “hep beraber”in kimleri kapsadığına dair bir tartışma vardı. “Hep beraber”in içinde kimler var? Biz de var mıyız mesela? 19 Mart sürecinde yanınızda gökkuşağı açan birine “Şimdi sırası değil kaldıralım” dediniz mi? O zaman “Hep beraber”in içinde biz var mıyız, yok muyuz?” diye sordum.  Biri, “Sizin neden çocuğunuz yok?” diye sordu. Lafı nereye getirmek istediğini çok iyi biliyorum. Anladım ve şunu söyledim: Merzifon’da bir sokağa Nedim’in adını vermişsiniz. Ailesi Merzifonluymuş. “Gurur duyduğumuz hemşerilerimizden” diye yazmışsınız. “Bir dörtlük açıp okumanızı isterim,” dedim. Sonra da şöyle dedim: Nedim’in şiirlerinde kendini nasıl ortaya koyduğu ortadayken, siz onun hemşerileri olarak kıymetini bilmişsiniz, hepiniz onun çocuklarıymış gibi davranarak ismini bir sokağa vermişsiniz.

Eğer bu ülkede bebek bezini bu fiyata sattırıyorsan, ekonomi bu durumdaysa; heteroseksüel çiftler evlenmek için kırk kere düşünüyorsa ve bir çocuğu dünyaya getirmek için ellerindeki tüm imkânları zorluyorlarsa nüfus artış hızının azalmasının sorumlusu biz değiliz. Bu meselede şimdi birbirlerini cesaretlendirmeye başladılar. Herkes yüzünü saraya döndüğü için, “Saray ne söyleyecek? Hangi tonda söyleyecek?” diye ona bakıyorlar.

“Dayanışmayı kurmaya devam edeceğiz”

Bizi okuyan genç LGBTİ+’lara güç vermesi için bir soru sormak istiyorum. Bugün genç bir LGBTİ+ yanına gelip “Ben gazeteci olmak istiyorum” dese ona ne söylersin?

Bu yaşandı. 19 Mart sürecinde çok çalışkan bir arkadaş vardı. Her eyleme, cebinde parası olsun olmasın koşuyordu. Elindeki fotoğraf makinesiyle görüntü alıyor, sonra onu sosyal medyada yayıyordu. Genç muhabir arkadaşın bütün görüntülerini ana akım medya kullandı tabii, hiçbir atıf vermeden üstelik. Sonra yanıma gelip “Ben artık maaşlı bir işe ihtiyacım var” demek zorunda kaldı. Eğer bu kadar çalışkan, bu kadar başarılı genç bir muhabir bir kurumda istihdam edilemiyorsa, bunun sebebi “Ben eşcinselim” demesi olabilir mi? Olabilir. Çünkü aynısını yaşadık, gördük, oralardan geçtik. Hepsine şunu söylüyorum: Yılma, küsme, özellikle kendine küsme. “Ben eşcinselim” demeye devam et. Bir gün bu sözleri söylediğin için sana kapılar açılır. Ama en çok da çalışmaya devam ettiğin, yılmadığın ve pes etmediğin için açılır.

Maalesef iki katı çalışmak zorunda kalabiliyoruz. Bu, başımıza gelen ilk haksızlıklardan biridir belki. Birileri bir kere çalışıp takdir ediliyorsa, biz iki-üç katı çalışıp takdir görebiliyoruz. Okulda da böyledir biraz.  Ama sonra da “Çok çalışkan” derler. Görünme arayışından da vazgeçme. Bir de şunu söyleyeyim: Takdir edilmeyi bekleme, kendini takdir et. “İyi ki bugün bu haberi yaptım,” de. “İyi ki bu haberden dolayı başım belaya girdi,” de. “İyi ki bu haberden dolayı hakkımda dava açıldı,” de. Hepsi birer nişandır. Tak boynuna, çık, göster gururla.

Görünmekten vazgeçmemeyi, varlığını görünür kılmanın bir direniş olduğunu söyledin.  LGBTİ+’ların tarih içinde görünmezleştirilmeye çalışıldığı bu ortamda bu nişanlar tarihe düşülen birer nota da dönüşüyor olsa gerek.

Benim bir eşcinsel meslektaşım, 2000’li yılların başında AKP yeni iktidara gelmişken, Şişli’de 30 yerinden bıçaklanarak öldürüldü. Katil, internet sitesinde tanıştığı bir sohbet odasından çıkmıştı. Ve ailesi mahkemede, “Evladımız saygın bir gazeteciydi, eşcinsel değildi,” dedi. Dava da ilk bu sözle başladı. Belki dünyaya açılmıştı ama ailesine açılamamıştı. Bu meslektaşımın ailesi de önce bu sözle başladı mahkemeye. Sonra yıllar içerisinde bu meslektaşımın adına ödül törenleri, kültür günleri düzenlemeye çalıştılar. Bugün o etkinlikleri düzenleyen dernekler kapatıldı. Yıllar boyunca çalıştığı haber kanalı ise davalarını takip etmedi.

Bir süre sonra, sanki hiç yaşamamış gibi davranmaya başladılar. Oysa ki çok başarılı bir gazeteciydi. Bolca şunu yapmaya çalışıyorum: Faşizmin yok etmeye çalıştığı her hayat hikâyesini kayıt altına almak. “Hande Kader, Ahmet Yıldız bu ülkede yaşadılar” diyebilmek için muhtemelen toplatılacak bir kitap yazdım.  Bakalım, kitabın akıbeti ne olacak, ben de merak ediyorum. Poşete mi koyacaklar bilmiyorum. Ama bir adım öne çıktım. Açılma hikâyemi değil; bu ülkeden geçmiş, kimliğini ortaya koyarak yaşamış ve “ibne” denmiş kim varsa, hepsini bu ağır faşist saldırı altında kayıt altına almak adına bir deneme yazdım.

Adını da “Anne Bir Gün İyiler Kazanacak” koydum. Bu cümleyi, beni takip edenler alışsın diye seçtim. Bir zeytin ağacına dayanmış bir fotoğrafımı sosyal medyada paylaştım. Altına “Anne bir gün iyiler kazanacak” yazdım. Fotoğrafın altına biri, “Zeytin ağacına dayanma, iğrenç!” diye yazmış. Yazsınlar. Bakalım şimdi o kitabı ellerine alıp okuyabilecekler mi? Okurlarsa kafalarında bir soru işareti uyanacak mı? Hep birlikte böyle bir deneyim yaşayacağız.

Yıldız Tar’ı da analım. Yıldız 2013’te “Yoldaş Ben İbneyim” diye bir kitap yazdı. Aradan 12 yıl geçti. 12 yıl sonra bugün, benim kitabımın akıbeti ne olacak merak ediyorum. Bu benim üçüncü kitabım olacak. Ve aslında beni en çok heyecanlandıran kitabım olacak. Bir kitap, 200 sene sonra bile açılıp okunabilir. “O dönemde bak böyle bir şey yazılmış,” denilebilir. Bir başvuru kaynağı olur. Arşiv ve hafıza olur. Bu yüzden heyecanlıyım.

Peki tüm bu baskı ve LGBTİ+ karşıtı atmosferde sana umut veren şey ne?

Bana umut veren şey, çok içten gelen bir his. Artık kendimle çelişmiyorum, artık çok daha az rol yapıyorum. Bu şekilde mücadele etmek, yalnızca kendim için değil; hayatına dokunabileceğim, değebileceğim ve belki de içindeki umudu söndürmek üzere olan bir gencin içinde bir kıvılcım yakabilirsem ihtimali. İşte o zaman “Bu dünyaya boşuna gelmemişim, bir misyonum varmış ve onu yerine getirmişim,” duygusuyla yaşayabileceğim.

Tamamlanmış insan, mutlu insandır. Ama bu, bireysel bir şey değildir. Mutluluk, bir toplumsal mücadelenin sonucunda ortaya çıkar. “Bu kadar sıkıntı yaşamışsın, madem...” derler ya, bu cümle aslında çok kötü durumları sanki iyi bir şeymiş gibi hissettirir ama kulağa çok kötü gelir. Gerçekten de çok kötüdür. Ben psikoloğa da giderim ve başka şeyleri de anlatırım. Modern tıbba her zaman inanırım. Ama beni mutlu edecek şey daha fazla antidepresan değil. Beni mutlu edecek şey daha fazla terapi seansı da değil. Bizim her buluşmamız, her dayanışmamız bir terapidir. Ve biz bu dayanışmayı kurmaya devam edeceğiz.

Kaos GL dergisine ulaşın

Bu söyleşinin kısa versiyonu ilk olarak Kaos GL dergisinin “Toplumsal Cinsiyet Karşıtlığı” dosya konulu Eylül-Ekim 2025 sayısında yayımlanmıştır. Dergiye kitapçılardan veya Notebene Yayınları’nın sitesinden ulaşabilirsiniz. Online aboneler dergi sitesinden dergiyi okuyabilir.


Etiketler: insan hakları, medya, aile, siyaset, özel haber, trans, lgbti, lezbiyen, gey, biseksüel, interseks, yargı paketi
İstihdam