10/12/2025 | Yazar: Yusuf Çelik
Avşar’ın şiirleri, “öteki”nin merkezde olduğu, seçilmiş akrabalıkların ve kolektif hafızanın izinde kurulan bir alternatif varoluş önerisi sunuyor.
İnsana dair anlatıların sona yaklaştığı bir çağda, kimliği, hafızayı ve varoluşu yeniden düşünmenin yolları da dönüşüyor. Ceren Avşar’ın İnkâr adlı şiir kitabı, tam da bu dönüşümün izini sürüyor. Post-insan düşüncesiyle şekillenen metin, kimliğin sabitliğini, bedenin sınırlarını ve insan merkezli epistemolojiyi sorgularken; queer ve ekofeminist bir tahayyülün kapısını aralıyor.
Ceren Avşar’ın İnkâr’ı, yok oluşun kıyısında bir direniş şiiri. Bu direniş, bedenlerin değil, normların çözülmesinden besleniyor. İnsan soyunun sona erişiyle birlikte “öteki”nin doğuşunu mümkün kılan bu metin, queer ve ekofeminist düşüncenin şiirsel bir yansıması olarak okunabilir. Ataerki, türcülük ve antropomerkezcilik İnkâr’ın dizelerinde tek tek dağılırken; kalanlar, seçilmiş akrabalar, cinler, neandertaller ve hatırlanmayanların torunları oluyor.
Ferit’in ölümüyle birlikte sembolik olarak insanlık sona ererken, Yasemin’in doğumu ve Cinne’nin sessiz vedası, queer bir doğurganlığın, hiyerarşisiz bir anneliğin, hafızayla örülü bir dünyanın imkânına işaret ediyor. “Dünya artık / cinlerincinlerincinlerin evi.” dizesiyle kapanan bu şiirsel evrende, kalıcı olan ne insan ne de insanın kurduğu sistemler. Kalıcı olan, birbirine bakan gözler, söylenmemiş ama hissedilmiş sözler ve bir başkasıyla birlikte yaşamanın hayalini kurmak.
İnkâr, sadece insanın değil, onunla birlikte gelen bütün normatif yapının –ataerkil aileden sabit cinsiyet rollerine, antropomerkezcilikten zamansal doğrusalcılığa kadar her şeyin– çözülüşüne tanıklık ediyor. Avşar’ın şiirleri, “öteki”nin merkezde olduğu, seçilmiş akrabalıkların ve kolektif hafızanın izinde kurulan bir alternatif varoluş önerisi sunuyor. Bu söyleşide, İnkâr’ın politik ve poetik hatlarını birlikte aralıyor; yok sayılanların, hatırlanmayanların, cinlerin, neandertallerin ve dişillerin dünyasında, “insan” olmanın artık ne anlama geldiğini soruyoruz.
Post-insan düşüncesine göre, “kimliklerin daha esnek ve açık uçlu bir hale geldiği” anlatım İnkâr’da nasıl hayat buluyor? Bu düşünceyle, “insanın sonu” arasında nasıl bir ilişki kurdun?
Post-insan düşüncesi, insan merkezli bakış açısının ötesine geçen bir düşünce. İnkâr'ı kurgularken insan merkezli bir metin olmaması için oldukça uğraştım. İnsan kimliğinin sabit olmadığını düşünüyorum. Merkezî değil, sabit değil. İnkâr edilemez değil. Değişken. Kültürel faktörlerden teknolojiye kadar her şey sebep bu değişkenliğe.
Kitaptaki karakterler de sınırları belirlenmiş kimlikler taşımıyorlar. Sahra ateşten yaratılmış ilk kadın, Cinne kaftarlar ecesi bir cin, Ferit yarı cin soyundan bir insan, Kırmızı Tüy neandertal bir kadın... Teker teker bütün karakterlerde insanlığın sınırlarını zorlamaya çalıştım. Çok katmanlı karakterler yaratmak istedim.
İnkâr’da insanlığın sonunun gelmesi yeni türlerin hakimiyetine yol açıyor ya da tersinden bakarsak yeni türlerin hakimiyeti insanlığın sonunu getiriyor. 'Ya da' dedim çünkü İnkâr’da sebep sonuç ilişkisi kurarken zamanı doğrusal değil döngüsel olarak kurguladım.
Sonlar başlangıçları, başlangıçlar sonları getirdi.
Kitabın ilk şiiri olan Sahra'da şu dizeler var: “Ama bomboştu Sahra’nın yüreği / Anladı ki Adem, kolay değil / Doldurmak yürekleri” Kadının özneliğini ve içsel bütünlüğünü nasıl ifade ediyor bu dizeler? Bu boşluk bir potansiyel mi yoksa bir reddiye mi?
Sahra'nın yaratılışı, ataerkiye karşı kurguladığım bir yaratılış hikâyesi. Alıntı yaptığın dizelerde Sahra'nın daha yaratıldığı anda başlayan içsel yalnızlığına şahit oluyoruz ama bu edilgen bir yalnızlık değil; kendi varlığının inşasını ve doğurganlığını taşıyor. Kendini inşa ederken ya da doğururkenki direncini de ve elbette potansiyelini.
Yüreği boş ama bu boşluk da edilgen değil, Adem'e kapalı sadece. Adem'in, aslında erkeğin, varlığını reddediyor. Kendini erkeğin varlığı üzerinden tanımlamıyor. Sahra kendinin ve kadınlığın öznesi. Geleneksel bir eş değil, erkeği tamamlayan kadın değil, eksik bir figür değil. Kendi kendinin öznesi. Tam, bütün. Adem'in ulaşamayacağı bambaşka bir düzlemde bambaşka biri. Onun boş yüreği kendi dilini, hafızasını, varlığını yani bütünlüğünü kurması için gerekli alan.
Bütün bunlar üzerinden, Sahra'nın hissettiği boşluk hem potansiyel hem reddiye olarak okunabilir.
Peki, yine Sahra'da geçen “Ana baba yok / ana baba ne ola / ana baba oldu birbirine iki dişi” dizeleri, alternatif aile yapılarının ve queer bağların nasıl inşa edildiğini gösterir? Bu yapı patriyarkaya karşı nasıl bir itiraz taşıyor?
İki dişinin birbirine anne baba oluşu, birbirlerine gösterdikleri şefkat, birbirlerinin sorumluluğunu alışları, kurdukları ilişki biçimi cinsiyet rollerini alaşağı ediyor. Seçilmiş aileleri oluyorlar birbirlerinin. Bu bence biyolojik bağdan çok daha kıymetli. Hiyerarşik değil öncelikle ve eşitlikçi. İkili cinsiyet sistemine de bir meydan okuma. Tüm bu sebeplerden patriyarkal tüm bağlar devre dışı kalıyor: Ataerkil soy bağı, babanın adı, miras aktarımı...
Olanı değil inandığım aileyi ancak iki dişi üzerinden anlatabilirdim.
İkinci şiire geçmek istiyorum, Kırmızı Tüy'e. Bu şiirdeki şu dizelerle ilgili sormak istediklerim var: “Ben ölüyüm” diyor “belki de hiç yaşamadım.” / “İnsanlarım ölü” diyor “belki de hiç yaşamadılar.” Bu dizeler üzerinden, Kırmızı Tüy’de insanlık kavramını nasıl sorguluyorsun? Var olmak ile hatırlanmak arasındaki ilişki nedir sence?
Kırmızı Tüy, çok uzun yıllar öncesini hayal ederek kurguladığım bir şiir, neandertal bir kadını anlatmaya çalıştım.
Kırmızı Tüy'ü kurgularken şunları düşündüm:
Bu insanlar sahiden yaşadılar mı? Gerçekten var oldular mı? Hatırlanmak, iz bırakmak demek. Kırmızı Tüy ve insanlarını bilinçli zihnimizle hatırlamıyoruz elbette ama kolektif bilinç dışında her şey kayıtlı. Onları hatırlamamamız izleri yok anlamına geliyor mu? Bastırılmış, yok sayılmış, silinmiş hatta reddedilmiş kimlikler; yaşama hakkı verilmeyenler, inkâr edilenler sahiden hiç yoklar mıydı? Yoklarsa benim kalemim onları nasıl aradı buldu.
Bence tüm bu sorgulamalarda zamanı aşan bir şey var. Hafıza ve var olmak arasında da sıkı bir bağ var. Bireysel ve kolektif bilinci bence şekillendiren de bu bağ.
Kırmızı Tüy, geleneksel insan merkezli bakışa bir karşı çıkış. Onun insanlarına yüklediğim etik anlam, var oluşlarına da bir saygı duruşu. Hafıza temelli bir adalet arayışı.
Gelelim üçüncü ve son şiir Cinne'ye. Yine alıntı yaparak bir soru sormak istiyorum. Ferit'le Cinne'nin diyaloğunda geçen, “Ben okuyorum zihinleri, / en tatlı suyun yerini / ama okuyamıyorum kâğıttaki yazıyı Cinne.” dizelerinde Ferit’in bilgiye duyduğu açlık ile doğaüstü yetileri arasındaki gerilimi nasıl kuruyorsun? Post-insan çağda beden, bilgi ve güç arasındaki hiyerarşileri sorgularken neler düşündün?
Ferit, insan ve cin soyundan bir karakter. İnkâr'ın üçüncü ve son şiiri Cinne'de ortaya çıkıyor. Onu bir insan doğuruyor ama cinler büyütüyor. Sezgisel yetenekleri var ve bebekliğinden itibaren bunları geliştiriyor cinlerle beraber. Zihin okuyabiliyor, rüyaları gerçek oluyor, başka doğa üstü yetenekler sergiliyor ama bir gün başka çocuklar görüyor. İnsan soyundan bu çocuklar okuma yazma biliyorlar. Bu bilmediği bir şey Ferit'in. Kendini aciz hissediyor ve öğrenmeye aç bir şekilde okumak yazmak da istiyor. Bu dizeler, Cinne'ye yakındığı dizeler. Onun kadim bilgisi karşısında modernite var ve bu büyük bir ikilem. Ferit'in doğal yeteneklerinin modern dünyada bir karşılığı yok. Gerilimi buradan kurmaya çalıştım.
Görünürde bilgisiz bir bilge Ferit. Beden, bilgi ve güç hiyerarşisi çözülüyor alıntıladığın dizelerde. Bilgi hakkı kimde, bilen kim, okumak, yazmak, bunları hatırlamak ve aktarmak üzerine çok düşündüğüm şeyler. Ferit bütün bu düşüncelerin dizelere dökülmesine vesile oldu.
İnkâr “Dünya artık / cinlerincinlerincinlerin evi.” dizeleri ile sonlanıyor. Final dizelerini biraz açar mısın? Ferit’in ölümü, Yasemin’in doğumu ve Cinne’nin ölümü ekseninde kurulan bu döngüsel son, queer ve ekofeminist gelecek tahayyüllerini nasıl yansıtıyor?
Bu son, bence queer-ekofeminist düşüncenin doğal bir sonucu. İnsan merkezli dünya İnkâr’da son buluyor. İnsanların yerini, insan dışı varlıklar alıyor. İnsanlık yerini 'öteki'ne bırakıyor. Ferit'in ölümü; insanlığın sembolik ölümü, Yasemin’in doğumu; 'öteki'nin sembolik doğumu, kimliklerin sabitlikten akışkanlığa geçişi, Cinne'nin doğurganlık dışı anneliğinin ölümü ile son buluşu, geleneksel anne çocuk ilişkisinin yıkılışı, insanların yerini doğa ile çatışmayan varlıklara bırakışı da bu düşüncenin sonucu. Bu sonu hayatta kalanlar için değil, yaşayanlar için yazmak istedim, 'öteki' sayılan herkes için. Sadece bir son değil, bir başlangıç da olsun istedim.
Ceren Avşar hakkında
Ceren Avşar, 1984’te İstanbul’da doğdu. Kaos GL Kadın Kadına Öykü Yarışması’nda çeşitli yıllarda birçok kez ödüle değer görüldü. Ödüllü öyküleri Aşkın L* Hali adlı ortak kitapta yayımlandı. (Nota Bene Yay., 2020)
İlk yayımlanan öyküsü ‘Sobe’dir (Kaos GL, 2010).
Öyküleri ve şiirleri Kaos GL, Velvele, Şenlik, Buzdokuz gibi çeşitli mecralarda yayımlandı.
Kitapları:
Tesadüfi Tezahürler, 2021, Anima Yay.
Gelemem Cezalıyım, 2022, Ototrof Yay.
Zihin İpleri, 2024, Orlando Yay.
İnkar, 2025, Lando Yay.
Kaos GL dergisine abone olun
Bu yazı ilk olarak Kaos GL Dergisinin Toplumsal Cinsiyet Karşıtlığı-1 dosya konulu 204. sayısında yayınlanmıştır.
Abone olmak veya tek sayı satın almak için tıklayın.
*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazı ve çizimlerden yazarları ve çizerleri sorumludur. Yazının ya da çizginin KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki veya çizimlerdeki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.
Etiketler: kadın, medya, kültür sanat, yaşam, özel haber, trans, lgbti, lezbiyen, gey, biseksüel, interseks
