20/11/2025 | Yazar: Suay Yüksel

20 Kasım Nefret Suçu Mağduru Transları Anma Günü’nde trans hakları aktivistleri; hak ihlallerini, nefret cinayetlerini, hormon kısıtlamalarını ve tüm bunların transların hayatını nasıl etkilediğini anlatıyor.

Trans hakları aktivistleri anlatıyor: "Bu ülkenin haritasına transların yolları kazınsa, hepsi bir sürgün rotası gibi görünür" Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Bugün 20 Kasım Nefret Suçu Mağduru Transları Anma Günü. Dünya trans hakları hareketi, 1998’de nefret cinayeti sonucu öldürülen ABD’li siyah trans kadın Rita Hester’ı bir sembol haline getirerek, her yılın 20 Kasım gününü Nefret Cinayeti Mağduru Transları Anma Günü olarak gündemde tutmaya devam ediyor.

Transfobi karşıtı hak savunucuları; sokak eylemleri, panel, söyleşi ve çeşitli kültürel etkinliklerle nefret cinayetlerinde yaşamını kaybeden transları anıyor, aynı zamanda trans hakları mücadelesine ses vermek için dayanışmayı büyütüyor.

LGBTİ+ karşıtı düzenlemeler içeren 11. Yargı Paketi tasarısı, transların cinsiyet uyum süreci için yaş kriterinin 25’e çıkarılmak istenmesi, hormona erişime getirilen 21 yaş sınırlaması, gün geçtikçe artan nefret söylemleri, hedef göstermeler ve nefret cinayetleri… Tüm bunların gölgesinde bugün Türkiye’de trans hakları aktivistleri, nefret suçu mağduru transları anmak ve transların maruz bırakıldığı sistematik hak ihlallerini görünür kılmak için çeşitli etkinliklerle bir araya gelecek.

Peki toplum ve devlet eliyle sessizliğe hapsedilmek istenen translar, Türkiye’de ne tür hak ihlallerine maruz bırakılıyor? Nefret ikliminin doğrudan bir sonucu olan 11. Yargı Paketi tasarısı ve hormon kısıtlamaları transların hayatını nasıl etkiliyor? Faillerin çoğu zaman tahrik indirimiyle ödüllendirildiği nefret cinayetleri cezasızlıkla mı gölgeleniyor?

Bugün tüm bu soruları ve daha fazlasını trans hakları aktivistleri ile tartışıyoruz.

“Nefret saldırılarıyla ve ayrımcı politikalarla hayatın her alanında karşı karşıyayız”

İlk olarak, Kaos GL Derneği’nden Defne Güzel ile beraberiz. Güzel, nefret cinayetlerinde faile verilen “iyi hal indiriminin” cezasızlık algısını derinleştirdiğini belirterek, şunları söylüyor:

“Ne yazık ki Türkiye’de özellikle trans kadınlara yönelik nefret cinayetleri varlığını sürdürmeye devam ediyor. Bu cinayetlerde faile verilen “iyi hâl indirimi” gibi uygulamalar ise cezasızlık algısını derinleştiriyor. Biz translar bugün yalnızca nefret cinayetleriyle değil; nefret saldırılarıyla, ayrımcı politikalarla ve nefret söylemleriyle hayatın her alanında karşı karşıyayız.”

Yargı paketi tasarısının cinsiyet uyum sürecini erişilemez hale getirdiğini vurgulayan Güzel, sözlerine şöyle devam ediyor:

“Basına yansıyan 11. Yargı Paketi taslağında, transların uyum süreci için yaş kriterinin 25’e çıkarılmak istendiğini gördük. Bu, halihazırda zaten son derece zorlayıcı olan sürecin daha da erişilemez hale getirilmesi anlamına geliyor. Üstelik bugün transların hormona erişimine getirilen 21 yaş kısıtı da yürürlükte. Yani trans bir kişi yalnızca kendi bedeniyle uyumlanmak için bile 21 yaşını beklemek zorunda bırakılıyor.”

“En temel sağlık ihtiyacımız bile politik bir pazarlık haline getiriliyor”

Mikrofonu Cinsel Şiddetle Mücadele Derneği’nden Es Yılmaz’a uzatıyoruz. Yılmaz, hak savunucularının yargı paketi ve hormon kısıtlaması adı altında her gün yeniden üretilen şiddetin yalnızca tanığı değil özneleri de olduğunu belirterek bu şiddet örüntüsünün teşvik edilen bir nefretin sonucu olduğunu söylüyor:

“Bir hak savunucusu olarak, hem kendi özel hayatımda hem de birlikte mücadele ettiğim yol arkadaşlarımın hayatlarında yargı paketi, hormon kısıtlaması adı altında her gün yeniden üretilen şiddetin, ayrımcılığın ve devlet eliyle kurumsallaştırılan nefretin ne yazık ki tanığı değil, öznesiyiz de. Bu nedenle tüm bu konuştuklarımız soyut değerlendirmeler değil, yaşadığımız somut gerçekler. Transların öldürüldüğü, faillerin tahrik indirimiyle ödüllendirildiği bu sistematik şiddet örüntüsü, münferit değil, devlet eliyle üretilen ve teşvik edilen nefretin bir sonucu.”

Hormon kısıtlamalarının transların yaşam hakkını doğrudan ihlal ettiğini vurgulayan Yılmaz, en temel sağlık ihtiyacının politik bir pazarlık haline getirildiğini ifade ederek, sözlerine şöyle devam ediyor:

“Aynı şekilde hormona erişimin kısıtlanması da tıbbi bir yasaklama değil, yaşam hakkımızın en doğrudan ihlali. Kendi bedenimize dair en temel sağlık ihtiyacımız bile politik bir pazarlık haline getiriliyor. Yargı paketi adı altında ‘aileyi ve aile bütünlüğünü’ korumak bahane edilerek LGBTİ+'ların kamusal görünürlüğü ve hak savunuculuğu doğrudan hedef alınıyor.”

“Trans cinayetleri, nefret ikliminin doğrudan sonucu”

ÜniKuir’den Doğa Teoman Çatalkaya ise transların yaşamın her alanında ayrımcılığa maruz kaldığını ve 20 Kasım’ın bu sistematik hak ihlallerini görünür kıldığını söylüyor:

“20 Kasım Nefret Suçu Mağduru Transları Anma Günü, yalnızca kayıplarımızı hatırladığımız bir gün değil; transların bugün Türkiye’de maruz bırakıldığı sistematik hak ihlallerini görünür kıldığımız bir gün. Translar yaşamın hemen her alanında ayrımcılıkla karşılaşıyor. Barınma, sağlık, eğitim ve istihdama erişimde ciddi engeller var. Kolluğun keyfi uygulamaları, sosyal hizmetlerde ayrımcılık ve kamusal alandan dışlanma hâlâ gündelik deneyimler. Bu tablo, iktidarın uzun süredir sürdürdüğü trans karşıtı politik söylemle doğrudan bağlantılı. Bu atmosferin bir sonucu olarak translara yönelik saldırıların ve şiddetin arttığını da görüyoruz. Transların kamusal alanda daha görünür hale gelmesiyle eş zamanlı olarak, hedef göstermenin ve toplumsal nefretin de yükseldiğini söylemek mümkün. Bu durum transların gündelik güvenliğini doğrudan tehdit ediyor.”

Hormon kısıtlamalarının ruh sağlığını, beden bütünlüğünü ve yaşam kalitesini doğrudan etkileyen bir hak ihlali olduğunu vurgulayan Çatalkaya, yargı paketlerinin yalnızca bir hukuk meselesi olmadığını, toplumsal güvenliği ve görünürlüğü etkileyen politik bir tercih olduğunu söylüyor. Çatalkaya, trans nefret cinayetlerinin de bu nefret ikliminin bir sonucu olduğunu belirterek şu ifadeleri kullanıyor:

“Hormon kısıtlamaları ise bugün en kritik sorunlardan biri. Zaten sınırlı ve kırılgan olan hormon terapisine erişim, uygulanan kısıtlamalar nedeniyle daha da zorlaşıyor. Özellikle genç translar, düzenli hormon terapisine ulaşamadıkları için süreçlerine ara vermek, hatta tamamen durdurmak zorunda kalıyor. Bu durum yalnızca bir sağlık hizmetinin aksaması değil; ruh sağlığını, beden bütünlüğünü ve yaşam kalitesini doğrudan etkileyen bir hak ihlali. Aynı şekilde, transların uyum süreçlerine erişimi de günümüzde oldukça güç. Bugün uyum sürecine başlamaya karar veren bir trans, ancak aylar sonrasına randevu alabiliyor ve yıllar sürecek bu süreci başlatabilmek için ciddi bir bekleme yüküyle karşılaşıyor. Bu durum, uyum sürecini tıbbi ve psikososyal açıdan olması gerekenden çok daha yıpratıcı hale getiriyor. Son dönemde gündeme gelen 10. ve 11. Yargı Paketleri de bu politik hattın devamı. Bu paketler, LGBTİ+’ları ve özellikle transları hedef haline getirme riski taşıyor; ifade ve örgütlenme özgürlüğünü daraltabilecek düzenlemeler içeriyor. Bu yalnızca bir hukuk meselesi değil, aynı zamanda toplumsal güvenliğimizi ve görünürlüğümüzü etkileyen politik bir tercih. Tüm bu ortamda trans nefret cinayetlerinin arttığını, faillerin çoğu zaman cezasız kaldığını görüyoruz. Bu cinayetler nefret ikliminin doğrudan sonucu.”

“Baskılandıkça daha görünür oluyoruz”

Söz şimdi trans hakları aktivisti Demir Yegül’de. “Hastanelere yazılan kısa bir bilgilendirme yazısı ile haklarımız elimizden alınıyor” diyen Yegül, LGBTİ+ karşıtı politikalar sonucu transların sistematik olarak yapısal şiddete maruz bırakıldığını ifade ediyor:

“Nefret suçu, devlet tarafından ödenmesi gereken ama ödenmeyen ameliyatlarınızı olduğunuz hastanedeki hemşirenin size bakışıyla ve sizi garipseyişiyle bile yüzünüze çarpar. Son dönemde trans karşıtı politikalar sonucu iktidar tarafından sistematik olarak yapısal şiddete maruz bırakılan biz translar, sağlığımız için zorunlu sağlık hizmetlerinden mahrum kalıyoruz. Cinsiyet uyum sürecinin medikal aşamaları için yaş sınırının 18’den 21’e çıkartılmasıyla, kendi bedenimiz hakkında karar alma hakkımıza da alıkoyan politikalarla, üstüne üstlük herhangi bir mahkeme kararıyla değil, hastanelere yazılan kısa bir bilgilendirme yazısı ile haklarımız elimizden alınıyor. Bu açılardan yapısal şiddetin direkt bireysel şiddete uğramaktan hiçbir farkı yok. Ait olmadığın bir bedende veya cinsiyette hissetmenin sıkışmışlığı, varoluşunla ilgili ses çıkarmanın tehlikeli olması, vatandaş olarak güvenliğini sağlamaktan sorumlu kolluk kuvvetlerinin nefretini translardan çıkarması uzun yıllardır yaşadığımız ve ne kadar uzun sürerse sürsün asla alışmayacağımız olaylar.”

Yegül, transların baskılandıkça daha da görünür olduklarını vurguluyor, şunları ekliyor:

“Sistematik şiddet sonucu hayatları çalınan seçilmiş aile üyelerimizin çığlığı kursağımızda... Bağırmak lazım: Bu travma! Üzüntümüzü dile dökemediğimiz için beden kendisine saldırıyor, hasta ediyor. Yas, üzüntü ve öfke bir alan istiyor. Karşısında da bir tanık istiyor. İşte bu nedenle baskılandıkça daha görünür oluyoruz. Nefrete inat yaşamda ısrar ettiğimiz için.”

“Trans varoluşlar ve hak gaspları bu topraklarda yeni değil”

Son olarak mikrofonu trans hakları aktivisti Lilith Bardakçı’ya uzatıyoruz. Bardakçı, trans varoluşlar ve hak gasplarının bu topraklarda yeni olmadığını söylüyor. “Translar bugün hala Evliya’nın satırlarında geçen o loncalardan çıkmaya çalışıyor ama devlet, onları yüzyıllardır aynı dar alana geri itiyor” diyen Bardakçı, sözlerine şöyle başlıyor:

“Trans varoluşlar ve hak gaspları bu topraklarda yeni değil. Evliya Çelebi Seyahatname’de 17. yüzyılda İstabul’da “hizân-ı dilberân,” yani trans feminen seks işçileri ve çengi loncalarının varlığını anlatır. Bu loncalar, “oğlan”ın eğlence ve seks işçiliği sektörüne hapsedildiği işçi örgütlenmeleriydi. Osmanlı’dan bugüne değişen şey yalnızca kostümler; transların arzu veya eğlence nesnesi olarak çalışma alanlarının sınırlandırılması hala aynı. Devlet, transları hukuken tanımadığı için işyerleri mobbing, şantaj, işten atma ve “veliler rahatsız oluyor” gerekçesiyle kapılarını kapatıyor; sonra açılan tek kapıyı da polis baskınlarıyla mühürlüyor. Hormon kısıtlamaları, sosyal hizmetlerden dışlanma ve yargı paketleriyle getirilen kriminalizasyon politikaları, çalışma hakkına yönelik yapısal saldırının yeni yüzleri. Translar bugün hala Evliya’nın satırlarında geçen o loncalardan çıkmaya çalışıyor ama devlet, onları yüzyıllardır aynı dar alana geri itiyor.”

Bardakçı, günümüzde transların yaşadığı barınma hakkı ihlallerine de dikkat çekiyor ve bu mekansal sürgünün 2. Mahmut dönemine kadar uzandığını söyleyerek sözlerine şöyle devam ediyor:

“Barınma hakkı da aynı tarihsel şiddetin mekânsal versiyonu. 2. Mahmut’un Melekgirmez Sokak’ı yıktırdığı andan itibaren başlayan mekansal sürgün, bugünün barınma hakkı ihlallerine, zorunlu göçlerine ve ilticalarına uzanıyor. Bu kovalamaca Cumhuriyet’te de bitmedi: Tarlabaşı’ndaki vırvırlar 80 darbesi sonrası boşaltıldı; 90’lar da Abanoz Sokak, Bozkurt-Pürtelaş, Ülker Sokak defalarca polis baskınları ve faşist çetelerle dağıtıldı. Esat ve Eryaman’da mafya saldırıları kolluk kuvvetlerinin ve yargının ihmalleriyle nefret suçu üçgeni kuruldu. Günümüzde Bayram Sokak’tan Bornova’ya kadar zabıta tarafından her mühürlenmiş ev, her sürgün aynı mesajı taşıyor: ‘Bu şehir sana ait değil.’ Bu ülkenin haritasına transların yolları kazınsa, hepsi bir sürgün rotası gibi görünür.”

Translar ne talep ediyor?

Peki Türkiye’deki translar ve trans hakları aktivistleri ne talep ediyor? Güzel, “Nefreti, ayrımcılığı ve cezasızlığı sonlandıracak adımların atılmasını istiyoruz” diyor:

“Bizler neden mücadele ettiğimizi, neler yaşadığımızı ve bize yönelik düşmanca tutumların hangi nefretten beslendiğini anlatmak istiyoruz. Çünkü hepimiz için daha eşit ve adil bir yaşamın inşasında transların söyleyecek sözü, ortaya koyacak katkısı var.

Tam da bu yüzden, sesimizin duyulmasını; nefreti, ayrımcılığı ve cezasızlığı sonlandıracak adımların atılmasını istiyoruz.”

Çatalkaya, transların bu ülkede yalnızca hayatta kalmak için değil güvenli, onurlu ve özgür bir yaşam için de mücadele ettiklerini söylüyor ve ekliyor:

“Trans hareketi olarak taleplerimiz çok açık: Transların yaşam hakkının korunması, sağlık hizmetlerine güvenli ve ücretsiz erişimin sağlanması, hormon kısıtlamalarının tamamen kaldırılması, uyum süreçlerine erişimin hızlandırılması ve eşitlikçi biçimde düzenlenmesi, nefret suçlarının etkin şekilde soruşturulması ve 10. ile 11. Yargı Paketleri gibi kriminalize edici düzenlemelerden vazgeçilmesi.”

Yılmaz ise sağlık, eğitim, barınma, istihdam ve örgütlenme gibi alanlarda açık bir yasal düzenlemeye ihtiyaç duyulduğunu belirtiyor:

“Taleplerimiz çok açık, yaşam hakkımızın korunması, sağlık hakkımıza erişimin güvenli, ücretsiz, erişilebilir hale gelmesi ve sağlık hakkımıza erişimin bir pazarlık konusu yapılmaması, örgütlenme özgürlüğümüzün güvence altına alınması, istihdamda, barınmada, eğitimde ayrımcılığı yasaklayan açık bir yasal düzenleme yapılması.”

Bardakçı, “Nefret suçlarını cezasız bırakmayan bir devlet istiyoruz” diyerek şu ifadeleri kullanıyor:

“Transların yaşam hakkını güvenceye alan, hormon tedavisini engelsiz ve ücretsiz erişime açan, barınma ve çalışma hakkını koruyan, nefret suçlarını cezasız bırakmayan bir devlet istiyoruz.”

Son olarak, “Yaşamda ısrar ediyoruz” diyen Yegül ise, transların taleplerini şöyle sıralıyor:

“Transları intihara sürükleyen veya şiddet görme, öldürülme oranlarını artıran politikaların acilen terk edilmesini, halk sağlığını korumakla görevli kurumların özneleri dinlemesini ısrarla talep ediyoruz. Bu politikalar ve nefret aracılığıyla cinayete kurban giden her trans için kalbimize düşen ateşle yaşamda ısrar ediyoruz.”


Etiketler: insan hakları, yaşam, nefret suçları, sosyal hizmet, aile, sağlık, siyaset, sağlık hakkı, özel haber, trans, ikili cinsiyet sistemi, lgbti, lezbiyen, gey, biseksüel, interseks
İstihdam